ELEŞTİRİ
GERİLİM OLUR MUSUN?
Recep Özdaş
Köksüz
Yönetmen: Deniz Akçay
Oyuncular: Ahu Türkpençe, Lale Başar, Savaş Alp Başar, Melis Ebeler
Senaryo: Deniz Akçay
Görüntü Yönetmeni: Ahmet Bayer, Deniz Tortum
Sanat Yönetmeni: Haluk Ünlü
Kurgu: Ruşen Dağhan
2014 / 81’ / Türkiye
Türkiyeli herhangi bir dram hikâyesinin görünmeyen öteki yüzünü çoğu
zaman gerilim oluşturur. Bizim buraların söylenmeyen ama gösterilen,
anlatılmayan ama açık edilen tüm hikâyelerinde potansiyel bir ‘sırat köprüsü’
mevcuttur. Söylenmeyen de anlatılmayan da içerisinde gerilimi mutlaka
barındırır ve de toplumsal bir mahkemeyi. Bu gerilimin açık edildiği anlarda
ise çatışmanın beslediği toplumsal değişim ve antagonizmanın öngördüğü
günlük yaşam uzlaşısı anlam bulur. Bu anlam süs değildir ya da prodüksiyona
meze olacak cinsten bir ‘kara fon’ sahteliği yoktur. Aksine, günlük yaşama
öylesine gömülüdür ki herhangi bir toplumsal kazı sonucu ya da kazara gün
yüzüne çıkan gerilim içinde, kurgunun gerçeği örttüğü iddiasını bile ortaya
koyabilir.
Köksüz’deki örtük gerilimin, kurgunun önünde bir tavşan koşucu gibi depar
atması da filmi izleyeni - tavşanın aslında bir kurgunun ve oyunun parçası olsa
da - gerçeği bir koşu parkuruna salan ve özünü bu durumun yeniden üretimiyle
yarıştıran bir dramaturjik çözümlemeye ittiği söylenebilir.
SEKANS Sinema Kültürü Dergisi
Mart 2016 | Sayı e1 : 17-21
İşte bu yüzden Türkiyeli hikâye anlatımında ve sinemasal katarsiste ‘Anadolu
toplumsal gerilim’ janrından söz edebiliriz. Nasıl ki Latin Amerika sineması
büyülü gerçekliğin perdedeki temsiline örnekse, Türkiye sineması da alt-orta
sınıf toplumsalın gerilimini perdeye ister istemez yansıtabiliyor. Tabii, bu
gerçeği sembolizme kurban eden birçok bayat hikâye de mevcut. Fakat bu riski
göze alarak riskten gerilime, gerilim toplumunun kentsel kesitini doğrucu bir
anlatımla sunduğu için Köksüz, toplumsal olanın filmi. Toplumsal alanın
verdiği gerçekçilik hazzını filmin hızlı temposuyla alışılmadık bir eksende
anlattığı için de riskini ikiye katlamış. Diğer bir risk de hikâyenin düz çizgisel
zamanın şart koştuğu eylemlere, başlangıç ve bitiş noktalarına getirdiği
eşzamanlı anlatım. Yani klasik hikâye anlatımından kaçarak şimdi ve burada
gerçekleşen, ne olacağının tahmin edilmesine gerek kalmadan, uzamsal bakışı
önceleyen ve artzamanlı tarihsel fetişizmi söküme uğratan Köksüz, riskleriyle
fazlasıyla yüzleşiyor. Peki, bu yüzleşmeden alnı ak çıkabilen bir film seyri
oluşturuyor mu yönetmen Deniz Akçay? Bu sorunun cevabını yine toplumsal
alanda ve filme gömülen alt metinlerde arayalım…
İlkin, anne-kız geriliminin ön plana çıktığı bir anlatımda ne anneyi
önceleyen ne de kıza hak veren bakış, ‘ne kız ne anne/ hem kız hem anne’
demeyi becerebiliyor. Türk sinemasında ikili karşıtlıklardan nemalanarak
kabul görmüş hikayeciliğin sağlam kolonlarına yaslanan filmler, başat
karakterler arasında ‘hem… hem…’ söylemi kuramaz. Köksüz bu söylemin bir
tık ötesinde, elektronlarına ayrılması an meselesi olan çekirdek ailenin diğer
çocuk karakterlerine de hak veriyor. Bu hak veriş iyi-kötü ayrımının
muğlaklaştığı Amerikan kahramanlık hikâyelerinin uçuculuğuna benzemiyor.
Daha çok post-travmatik stres belasının yakaladığı en ufak toplumsal denge
içinde çekirdek ailenin dallanıp budaklanma gerçeği gibi. Deleuze’ün ‘köksap’
diye kavramsallaştırdığı esneme ve genişlemenin toplumsal hali gibi.
Çekirdeğin merkezinde, dolayısıyla kökün timsali babanın kaybında vuku
bulan hikâyede, kök bitkisinin toprağın altındaki ‘ölü-gerçekliği’, filmin ikinci
yarısına beklenmedik ve anlamlı bir hareket katıyor. Ölü babanın ölmeyen
iktidarı ve kayboluşun hayaleti, ailenin üstüne psişik hikâyeler yağmuru
yağdırıyor. Babanın ölerek kastre ettiği anne, abla, kardeş, küçük kız, bize
18
babanın yokluğundaki acıyı değil, babanın varlığındaki hegemonyanın yokluğa
nasıl da yansıdığını anlatıyor. Hikâyenin miladı film içerisinde izlemediğimiz
babanın vefatı. Bir tür ulaşılamayan idea ve anıt gibi. Bu milat ‘köksap’ın da
başlangıcı. Aile, dağılmaca gibi görünen bir hücre-aile hikâyesinden fazlasını
gösteriyor. Dağılarak genişleme! Yokluk anının sonsuz yokluk ve daimi hüzne
varacağı varoluşsal bir düşünsel evren. Bu evrenin genişlediği bir sapma
hikâyesi. Sapma derken dilin ikili karşıtlığında aranamayacak, anlamı terse
çeviren bir gelişme ve büyümeden bahsetmek daha doğru. Yani çekirdek aile,
merkezinden kurtularak zincirlerinden de kurtulabilmenin sinyallerini veriyor.
Anne Nurcan’ın mutsuzluğuyla yüzleşmesi bundan ötürü. Yoksa filmin
kocasını kaybettiği için Nurcan’da mutsuzluk baş gösterdi gibi bir önermesi
yok. Aksine yıllarca kocasıyla yaşadığı için, ölümden sonra çark eden bir
mutsuzluk miladı var. Bu yüzden anne Nurcan, kızına ‘Evlenirsen mutsuz
olacaksın’ diyebiliyor. Ve bu yüzden anneanne torunu için ‘Gelinlikle gidiyorsa
ancak kefenle geri dönebilir’ diyor. Ve evliliğin öznesi gibi görünen Feride bu
yüzden nişanlısıyla ilk öpüşmesi sonrası deli gibi dişlerini fırçalıyor. Çünkü o
bu hikâyenin öznesi değil aslında. Annesi ve anneannesi gibi bir çarkın
nesnesi.
19
Öyle ki babayı kaybeden ailenin çocukları filmin finalinde, elektron ve
protonlar gibi birbirilerinin etrafında dönerek kuantumu çağrıştıran bir taziye
merasimi sergiliyorlar. Harman dalı! Ve bu taziyenin getirdiği düğünden sonra
karakterler için hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı duygusunu çabucak
hissediyoruz. Ablanın düğünü ise hasat sonrası başlangıç sevinci gibi
okunabilir. Kötücül annenin bile gözyaşlarını
‘Düğünümde ağlama ki bu
düğün kavuşmanın habercisidir’ gibi okuyabiliriz.
‘Düğünümde ağlama ama beni birazcık da olsa anla’ demeye getiren abla
Feride’den daha gerçek bir karakter ise hikâyenin hakkını çok iyi veren anne
Nurcan. Nurcan’ın kötücül olmayan toplumsal
‘hin’i, obsesif-depresif
hezeyanları ve sosyofobisi anne-kız gerilimine çok iyi yansıyor. Erkek olmaya
çalışan yetim İlker’in ise erkeklik çıkmazları, filmde daha geniş yer bulan anne-
kız hikâyesinin biraz gerisinde kalmış. Ya da erkekleşme hikâyeleri ve sancıları
fazlaca konu edildiği için anne-kız hikâyesi daha albenili.
Anne Nurcan’ın televizyon ve temizlikle olan seviyeli birlikteliği, sırt üstü
yatarak yüz üstü bıraktığı çocuklarının çıkmazları; uğursuzluğu, kendi
bilincinin taşrasında arayarak etrafına yüklemesi… Tüm bunlar onu
görünmeyen kadınlar toplumunda gerçek bir görünür karaktere büründürüyor.
Görünmeyen kadınların görünmeyen depresyonlarından hiç bahsetmediğimizi
düşünürsek, Köksüz’ün son zamanların en devrimci anne karakterini yarattığı
cesur bir kahramanlaştırmadan söz edebiliriz. Bu noktada ise erkeklikten
devralınan yeni bir düzleme kayıyor hikâye. Hegemonik kadınlık hikâyesi! Ben
bu durumu erkeği merkeze alarak, erkeğe özenilen, erkeklikten devşirilen
sahte bir iktidar meselesi gibi görmüyorum. Aksine Nurcan’ın kötücül
hezeyanları kadınlığı ve anneliğiyle doğrudan ilgili; kaybolan baba iktidarının
kalıntıları değil. Bu annelik durumunu da yukarıda bahsettiğim ‘bize özgü
gerilim’de aramak mümkün.
Yani kadınlığı oluşturan şey erkeklik değil; toplumsal olaylar çok katmanlıdır
ve kendi bağlamını yaratır. Köksüz’ün aile odaklı hikâyesinde sadece gerilimli-
depresif kadın hikâyelerinin etkisi yok. Sosyokültürel bağlamın ve hatta
coğrafyanın bile gücü mevcut. İzmir’de geçen film, kentin çevre-çeperlerinin
Anadolululuk ve Egelilik arasındaki çatışmalarının mekânsal okumalarına da
20
olanak veriyor. Nurcan’ın otobüs sahneleri, anksiyete ve atakla örülü kamusal
mekân sahneleri, neredeyse filmin en tatmin edici görsel-mekânsal anlarını
sunuyor.
İzmir’in dram hikâyelere çok yakışan bir yanı var. Kentin cenabet ve uğursuz
imalarını Masumiyet, Kader, Bornova Bornova, Karnaval gibi filmlerin
anlattıkları hikâyelerin gücüne çok yakıştırmıştım.
Muhteşem genç yetenek, Oidipus sinemacısı Xavier Dolan’ın Annemi
Öldürdüm ve Mommy gibi filmlerinin çağrıştırdığı katastrofik durumları da
anmak gerek. Köksüz ve Xavier Dolan filmleri arasındaki en görünür fark,
‘toplumsal altyapılar’. Yoksa ikili çatışmalar özelinde filmler uzaktan akraba
bile sayılabilir.
Köksüz’ün izleyiciyi çok fazla indirgenen bir yere oturttuğu tek konu ise
babanın ölümüne olan vurgunun yukarıda bahsettiğim tersine okumalar
dışında, ‘baba ne kadar da önemliymiş’ mesajı verme tehlikesi. Varlığı aileyi
yıkılmaz ve sapasağlam kılarken, yokluğunda bütün ilişkileri pamuk ipliğine
dönüştüren bir baba figürü
‘Bu kadar dağılmak da hiç gerçekçi değil’
dedirtebilir. Ne var ki hikâyenin asıl vurguladığı bu değil. Aslolan varlığı
yokluğa öncelemek değil, varlığa içkin toplumsal gerilim potansiyelini yok
oluştan önce görebilmek!
21