ELEŞTİRİ
SALONSUZ KRAL
Murat Çağıltay
Çekmeköy Underground
Yönetmen: Aysim Türkmen
Senaryo: Aysim Türkmen, Can Merdan Doğan, Şirin Güven
Görüntü Yönetmeni: Vedat Özdemir
Sanat Yönetmeni: Elif Taşçıoğlu
Müzik: Acarkan Özkan, Uran Apak, Erhan Seyran
Kurgu: Ayhan Ergürsel
Oyuncular: Can Sipahi, Kerem Can, Gözde Kocaoğlu, Aslı Menaz, Barış
Gönenen
2014 / 96’ / Türkiye
Çekmeköy Underground’un ‘altından çekmenizi’, her ne kadar “anlar mısın,
anlamazsın” diye ergen isyankar bir peşin hüküm verseler de fark edip
anlamanızı, asal hikayeyle ‘birlikte yaşatabilmenizi’ bekleyen yan öykücükleri,
ciddi meselelere temas eden uzanımları, film boyunca sergilenen irili ufaklı alt
kültürel ayrıntıları ve çok boyutlu bir örtüşmeler zenginliği var… Bu katmanlı
filmsel mimarinin ‘deprem riski yüksek’ bir anlatı arazisine inşa edilme nedeni
ise belli ki yönetmen Aysim Türkmen’in projenin daha embriyonal
döneminde aldığı kararlardan vermediği tavizler.
Türkmen’in Çekmeköy’de dolaşırken bir site duvarına sprey boyayla yazılmış
“Çekin lan duvarı teli, insan gibi yaşayın” cümlesini okumasıyla filmin tohumu
ekiliyor. Fikri filizlendiren ise güvenlikli sitelerin konforlu yaşam alanlarına
dair çevredeki gecekondu mahallesi gençlerinin hissettiği dışlanmışlık
duygusunu tek cümleyle özetleyen bu küçük isyanın peşine düştüğünde
karşılaştıkları: Eser sahibi Küllü Harap’ın cezaevinde yattığını öğreniyor ve
SEKANS Sinema Kültürü Dergisi
Mart 2016 | Sayı e1 : 40-59
onun hakkında dinledikleriyle daha önce benzer muhitlerden toparladığı
başka izlenimleri birleştirdiğinde büyük ölçüde yaşanmış gerçek olaylara
dayanan filmin ilk ışıkları görünüyor. Lakin Küllü Harap’tan, kişi ve
yaşantılardan ziyade esas heyecan verici olan el değmemiş, kamera girmemiş,
bakir, taptaze bir stil ve alt kültürün keşfi. Çekmeköy Underground sinema-
müzik ilişkisi ve alt kültür-sinema ilişkisi gibi listeler dolusu filmi kümeleyen,
üzerlerine sayısız akademik tez yazılabilecek çalışma sahalarının Türkiye
sineması ayağı için özel bir yerde duruyor; çünkü arabesk rap’i, bu yeni müzik
türü ve yaşam tarzını konu edinen ilk film. Daha da güzeli, konu edinmenin
ötesinde, ilk ‘arabesk rap film’, yani hem hakkında hem de kendinden örnekli:
Arabesk rap ortamlarda geçen, beraberinde arabesk rap öğelerden bir kolajla,
arabesk rap müzik yapan-dinleyen karakterlerin arabesk rap şarkı sözlerini
andıran (rep)likleriyle, arabesk rap tema ve duyguları işleyen öyküsünü, yine
arabesk rap diyebileceğimiz, yer yer enerjik yer yer pesimistçe ağırlaşan bir
kurgu ve sinematografi uyumunun film biçimiyle anlatıyor. Tabii ki övgülere
mazhar, arabesk rap şarkılarla örülü bir ses kuşağı ile. Bu soundtrack çalışması
önemli, sinemamızda belirli bir müzik kültürünü böylesine incelikli işleyip
güzel bestelerle destekleyebilen pek fazla müzisyen-sinemacı işbirliği yok;
belki Kaybedenler Kulübü, Issız Adam, İstanbul Hatırası: Köprüyü
Geçmek… benzeri filmler sayılabilir fakat Çekmeköy Underground sadece bir
müzik türünün evrenine odaklanıp, oradan o türe gelişip ilerleyebilmesi, ‘hayal
olmaması’ için türün uzun zamandır ihtiyaç duyduğu profesyonellikte bir
albüm kazandırmasıyla fark yaratıyor.
Bir ihtimal daha var, o da ölmek mi dersin
Sadece arabesk rap öğeler içeren değil, arabesk rap hakkında, bu kültürü
merkezine alan bir film yapma arzusuyla yola çıkıp piyasa realitelerine
baktığınızda ‘akıllı’ girişimcilik adına önünüzde üç ihtimal var:
1) Çekmeköy’e yeni adet getirmeden,
80’lerin arabesk film eğilimini
güncelleyebilirsiniz. Romeo ve Juliet’ten Yeşilçam’ın
“zengin kız ile fakir
oğlan” asimetrilerine dek arabesk ruhunezeli dertlerinden
“kavuşamayan
41
aşıklar” formülününzamane yorumlarından birini omuza yaslayıp seyircinin
gözyaşı bezlerine nişan alabilir, pornografik ölçekte bir ajitasyon yaratıp
katarsis tekniklerini doğru kullandığınızda kitleleri ağlata ağlata rahatlatan
elinizdeki bu duygu seliyle gişe önüne uzun kuyruklar dizebilirsiniz.
2) Biraz sonra üzerinde duracağımız ‘soylulaştırmayı’ sinemasal uygulayarak
varoşlara yukarıdan bakan, yüksek bir film çekebilirsiniz. Kentsel dönüşen
mağduriyetler ve sınıf çatışmalarıyla kurduğunuz politik eksenin altını
karakterlerin sıkıntılarından yükselttiğiniz
bir
varoluş sorgusuyla
doldurabilirsiniz. Ezilen kesimden insan manzaralarını, Avrupalı seyircinin
ilgisini çekecek bir oryantalizmle soslayarak puan toplayabilirsiniz.Arabesk rap
yapan gençliğin gündelik yaşamlarından anlamlı mikro öykü ve ayrıntıları,
minimalistlerin iyice ustalaştığı bir gözlemcilikle ayıklayıp serpiştirerek filmi
süsleyebilirsiniz… Böylelikle biraz ağır, ama sizi festival listelerinin ilk
sıralarına, oradan da ‘art house’ piyasaya sokacak, entelektüel alıcıya hitap
eden bir ürününüz olur ki üç ihtimal arasında gerçekten de en ‘soylusu.’
3) En kazançlısı ise, komedi furyasına katılabilirsiniz. Bu çocuklardajöleli
fönlü, aykırı saç modellerinden tutun da ucuz malzemeyle ‘clubber’ tarzı
giyinme çabalarına; birbirlerine yaptıkları, hayat boyu nasıl taşıyacaklarını
düşündüğünüz, leke gibi, beceriksizce dövmelerden “güzel olabilirsin ama
kafam kadar değil” veya “senin bildiğin kadar benim sildiğim var” benzeri ilkel
şiirsel
(ve söylerken aksanlı)
‘punch-line’ cümlelere kadar… son dönemin
yüksek hasılat getiren yerli yapım komedilerindeki, sınıfsal-kültürel
çatışmaları bir
‘kıroluk’,
‘magandalık’ algısıyla parodileştirme eğilimi için
müthiş bir malzeme bolluğu var.(Filmde gördüğünüz Can Sipahi’nin kendi
dövmeleri. Varoş dansçılarının kırtasiye mürekkebi ve toplu iğneyle acemice
yapılmış dövmelerine değinilmemiş fakat o dünyanın belirleyici görsel
kodlardan biridir: Çoğunlukla
“canım anam”, “serseri” ya da sevdiği kızın
isminin yazılarıyla yıldız, yaralı kalp yahut bıçak-kılıç çizimleri…) Zaten
arabesk rap dünyası sosyal medyada ‘apaçilik’ adı altında popüler bir güldürü
konusu. Çekmeköy Underground’un yapımı beş yıl sürmüş, bu beş yıl içinde
biriktirilecek esprilerin en komiklerinden skeçler zinciriyle çekeceğiniz bir
‘apaçi komedisi’nin gişede bilet kuyruklarını bırakın, büyük sinema
42
komplekslerinde birkaç salonu birden işgal edip filmin afişini salon numaraları
altında yan yana alt alta, Warholvari bir görsel tekrarla dizdirerek çok büyük
paralar kazandırma ihtimali bile var.
Yazının başında bahsettiğimiz riskli karar işte bu yol ayrımında. Türkmen
üç ihtimale de sırt çevirip, ‘akıllı girişimciliği’ reddedip, tam da arabesk rap
tavırla örtüşerek, ateşe atlamayı seçmiş olacak ki Çekmeköy Underground
dördüncü bir yol arayışıyla hem üçünü ‘birlikte yaşatan’, hem de hiçbirini
tamamen izleyemediğiniz bir film. Seyircinin salondan tatminsiz ayrılması
gayet muhtemel, çünkü esnaf lokantasında aşçı tabağı sipariş edince yemek
bitiminde ağzınızda kalan hepsinden biraz lezzetin tat duyargalarınıza baskın
hazlar yaşatmaması gibi bir durumla yüzleşiyorsunuz. Üç izlek aynı anda
kullanılırken, hepsi filmin toplam gücünden üçte bir oranında nasiplenince,
hiçbirine tıka basa doyamıyorsunuz.
Çekmeköy Underground’ta mizah mevcut, arabesk rap gençliğin komedi
malzemesini hiç kullanmıyor değil. Tarık’ın Berfin’e hazırladığı videoda geçen
“Sana dünyanın en güzel hediyesini vermek isterdim, ama seni sana veremem
ki” cümlesiyle şairane romantik bir etki yaratma girişimi ya da kendi boğazına
dayadığı bıçakla ‘deli ve tehlikeli’ görünmeye çalışarak çektiği otoportrede
patlayan flaş ışığı yansımasının kadraja nur gibi düştüğü berbat bir fotoğrafın
internette beğenilmesi… gibi güldürmese de gülümseten, özellikle diyaloglarda
etkisini gösteren unsurların filmin sevimliliğinde önemli bir yeri var. Ancak
izlediğimiz kesinlikle bir komedi filmi değil, son dönemin iyi para kazandıran
yerli komedilerinin küfür istismarlı, hem içeriğinde hem de seyirciye
pazarlanırken eğitimsizliği sömürüp eğlenceye dönüştürme eğiliminden
özellikle uzak durulmuş. Örneğin Gaziosmanpaşa’daki Şanzelize Kafe’nin
tanıtım filmleri bir dönem sosyal medyanın en popüler paylaşımları arasına
girmiş, gecekondu gençliğinin clubbing’e imrenip kendi imkanlarınca kulüp
hayatını yaşama çabasıyla üstten, yer yer onları ırkçılık derecesinde aşağılayan
yorumlarla dalga geçilmişti. Sadece Şanzelize Kafe’nin yarattığı güldürü iklimi
bile ‘apaçi komedisi’ yazmak isteyen senaristler için verimli bir hareket noktası;
ne yönde espriler ve durum komedileri kurgulayabileceklerine dair türlü
ipuçları ihtiva ediyor. Çekmeköy Underground’ta ise Şanzelize Kafe mekan
43
olarak kullanılıyor ama herhangi bir espri yapılmıyor. Aksine Tarık’ın depresif
öfkeli ruh halinin, yaşadığı alkol-esrar kafasının, kulüp ışıklarının saykodelik
etkisinden de yararlanılarak, oyuncuya bağlanmış kamera gibi Aronofsky’nin
ilk zamanlarında sıklıkla başvurduğu bazı tekniklerle anlatıldığı, gerilimli
duygusal çekimlerin mekanı.
Aynı şekilde arabesk diyebileceğimiz bir öykü anlatmasına rağmen seyirciyle
güçlü duygusal bağlar kuran, büyücek çatışmalarla mendil ıslattıran bir film de
izlemiyoruz. (Örneğin Alevi Kürt kız ile Sünni Türk oğlan aşık, fakat film
buradan bir çatışma aramıyor, elindeki çatışmayla yetinip gerçek yaşamdan
daha cüsseli bir çatışmalar yığını kurmamayı seçiyor.) Öncelikle arabesk rap
klasik arabeskten çok daha enerjik bir tür, rap müziğin hızlı ritimleri ve
renkliliğini kullanabiliyor. Bunu beyazperdeye yansıttığınızda arabesk
sinemadan farklılaşmak kaçınılmaz; efkarlı acılı bir perişanlık anlatısından
ibaret değil, aynı zamanda yüksek tempolu, yer yer eğlenceli, kıpır kıpır bir
gençlik filmi de yapmak zorundasınız. Böylelikle demode bir ajitasyon
olmaktan kurtuluyor Çekmeköy Underground, ancak katartik yapı da zarar
görüyor. Filmin en zayıf halkaları duygusal devinimleri seyirciye yaşatmaya
çalıştığı yerler. Ne Tarık’la birlikte aşık olup birlikte acı çekebiliyor, ne Ferhat’ın
öfkesine ortak olabiliyor, ne de Cemal’in Leyla’ya özlemini hissedebiliyoruz…
Çünkü sadece duygusal infilaklı çatışmalara konsantre bir film değil, başka
44
dertleri de var, seyirciyi özdeşleştirip belli hislere taşımak için ayırabildiği dar
alanı dört karakterin mücadelesine (hatta yan karakterlerin kısmi gösterilen
öyküleriyle beraber dörtten de fazla) paylaştırdığında etki gücü hepten
zayıf lıyor ve ister istemez yabancılaşıyoruz. Filmin ilk senaryosu beş haftalık
bir set takvimine ihtiyaç duyuyormuş, maddi yetersizlikten ötürü ilk
versiyondan eksiltmelerle üç haftada kotarılabilecek bir çekim senaryosuna
kısaltılmış. Tahmin ediyorum ki bahsettiğim problem buradan kaynaklanıyor,
çünkü filmin fazladan bir saati daha olsa seyirciyi her karaktereyakından
özdeşleştirip öyküleridoldurmak adına kendine yeterli yer açabilirmiş.
Kahkahalarla gülmek ya da mazoşistçe acı çekmek isteyen seyirci umduğunu
bulamadığı gibi, sanatsal bir bağımsız yapım arayan izleyicinin de hevesi
kursağında kalıyor. Entelektüel tarafı zayıf değil ama alan yetersizliğinden
ötürü temas ettiği meseleleri enine boyuna irdeleyemiyor; gecekondu
yaşamının dinamikleri, sınıf çatışmaları, kentsel dönüşüm… gibi mevzuların
derinlerine inmekten ziyade karakterlerin maruz kalışlarına değiniyor. Yüksek
sinema zaten seyirciden düşünsel bir aktif katılım beklerken, Çekmeköy
Underground sosyal bilimlerin inceleme konusu tüm unsurlarını arabesk
hikayesi içine saklayıp yüksek sanattan aradığınızı hüzünlü hareketli bir
gençlik filminden çekip çıkarmanızı talep ediyor. Yani entelijansiyayı yıllardır
mesafeli durduğu, belki hiç duymadığı arabesk rap’le yüzleştiriyor.
Tüm bu tatminsizlik sebepleri aynı zamanda, piyasa normlarıyla kireçlenmiş
algınızı yenileyebildiğinizde, filmi özellikle sevme nedeniniz de olabilir. Çünkü
bir taraftan gecekondulara üstten bakmayı da onlarla dalga geçmeyi de duygu
sömürüsünü de reddeden bilinçli bir etik kararlılığın, bir taraftan da belli ki ilk
kurmacayı çekiyor olmanın getirdiği, üç seçenekten hiçbirine ‘kıyamama’ hali
ve neticeyi ön görememe sıkıntısının etkisiyle biçimlenen yapı, filmin içeriğiyle
örtüşüyor. Janr sinemasını ve alt türleri meydana getiren, senaryoyu hedef
kitlesel stratejilerle yazdıran, orta zekalı tüketiciyi kıstas alan, bu tüketicinin
yaşamak istediği seyir deneyimine göre doğru ürünü seçebilmesi için filmleri
kategorik sınıflandırarak pazarlayan sisteme karşı bilinçli veya tesadüfi,
antikonformist bir tutum sergilenmiş. ‘Birlikte yaşamak’ diye üç tür tırnak
içinde vurguladığımız, saydığımız film ihtimallerini birlikte yaşatma sorunu ile
45
kentsel dönüşümde varoşları yeni orta sınıfla birlikte yaşatabilme sorununun
örtüşmesi, Çekmeköy Underground’un film içi ve film dışı problemlerinin
ahengi olarak öne çıkıyor. Geniş açılı bir analitik lensle bakıldığında, başka bir
filmi belki vasatlığa sürükleyecek vaziyet, bu özel filmde ayakları yere basan bir
kendisiyle tutarlılığa dönüşüyor.
‘Kader’ kavramına ister arabeskin temel
konularından biri diye, isterseniz de Aristocu mantıkla bakın, karakterlerin ve
filmin kadersizliğinde dikkat çekici bir insicam söz konusu.
İstanbul’un kırsal damarlarında kent savunması ve feminist farkındalık
Çekmeköy Underground’taki tüm çatışmalar
‘soylulaştırma’ olgusuna
dayanıyor ve filmin ciddi bir farkındalık yaratma çabası var. İlk kez 1963 yılında
Ruth Glass tarafından kavramsallaştırılan soylulaştırma, İngilizce
‘gentrification’ın Türkçe’ye tartışmalı tercümesi. Dünya tarihinde ilk defa kent
nüfusunun kırsal nüfusu geçtiği bir döneme girilince kentlerin meta değerinin
artması ve eski kent merkezlerinin sermaye için önemli bir yatırım hedefi
haline gelmesi sonucu buralardaki işçi sınıfı ve yoksulların yerinden edilip kent
çeperlerine itilmesi, boşaltılan değerli arsaların da yeni orta sınıf tüketiciye
satılabilecek bir emlak pazarı haline getirilmesi şeklinde özetleyebiliriz
soylulaştırma tanımını. Çin’den Pakistan’a, Paris’ten New York’a, Lizbon’dan
Londra’ya kadar meta değeri olan tüm şehirlerdeki kentsel dönüşüm ve
soylulaştırma uygulamaları, küresel bir sorun olarak beraberinde sosyal
gerilimleri tetikliyor; ama özellikle Türkiye gibi sanayisi zayıf, ekonomisini
sanayi dışı politikalarla canlandırmak zorunda kalan ülkelerde tahribatın
faturası daha kabarık. Soylulaştırma işgal eden ve yerinden edilen iki sosyo-
ekonomik sınıfı karşı karşıya getirdiğinden yoksullarda ciddi bir asabiyet, üst
sınıfta da ötekileştirme eğilimi yaratıyor ve sınıflar arası gerilim kızışıyor. Film,
senaryosunu bu gerilimden hareketle örüyor.
Filmin başlarında Berfin ve Emir, Berlin’den İstanbul’a, ailecek
Çekmeköy’deki lüks bir siteye taşınırlar. Berlin ciddi ölçüde soylulaştırmaya
maruz kalan kentlerden biri. Özellikle Kreuzberg semti bizim için önemli,
filmde adı geçmese de Berfin ve Emir muhtemelen Kreuzbergli, çünkü
46
Kreuzberg hem soylulaştırılmış bir gurbetçi bölgesi, hem de Berlin’in rap ve
breakdance merkezi. İkinci Dünya Savaşı sonrası Almanya’nın birleşmesine
kadar geçen süreçte Berlin’de yaşayan Amerikan askerlerinin semtteki gençliğe
öğretmesiyle bölgeye yerleşen rap kültürünü daha sonra Türkiye’den gelen
büyük işçi göçüyle Kreuzberg’e taşınan gurbetçilerin çocukları keşfetmiş ve rap
hayatlarının önemli bir parçası olmuş. Bu yüzden Türk rap müziğinin temelleri
Türkiye’de değil Almanya’da atıldı. Kreuzberg’in soylulaştırılmasıyla mağdur
edilen göçmenler, maddi birikimleriyle Türkiye’ye geri taşındıklarında lüks bir
siteye yerleşip bir anda soylulaştıran zengin sınıfa dönüşebiliyor, sınıfsal bir
jetlag yaşıyorlar. Emir ve Berfin’in hissettiği sınıfsal kimlik karmaşası,
zenginliklerine rağmen varoş çocuğu arabesk rap üçlüsü ‘Damar Styla’ ile
çabucak kaynaşabilmesi bu noktada anlam kazanıyor. Berfin’in Tarık’la ilişkisi
de klişeleşmiş
‘zengin kız fakir oğlan’ aşklarında pek görmediğimiz bir
nedenselliğe bağlanıyor.
Berfin, Almanya’daki dışlanmışlığına duyduğu öfkeyle, kendisini
soylulaştıran kesimden hissedemez, örneğin yaşadığı sitenin güvenlik
kameralarına hareket çeker. Site duvarları, jiletli teller ve kameralar, iyi çalışan
birer sembol. Sürekli site dışındaki hayatı gözetleyen güvenlik kameraları,
Orwell’den Foucault’ya dek düşünce dünyasının sorguladığı, iktidarın
gözetleme-denetleme ediminin Çekmeköy’deki izdüşümü. Berfin güvenlik
kameralarına hareket çektiğinde, aslında gözetleyen iktidara hareket çekip
soylulaştırmaya karşı bir anarşi ortaya koyar. Duvar zaten Berlin Duvarı’ndan
Pink Floyd’un The Wall’una dek eskimeyen bir simge, Çekmeköy’de iki sınıf
arasındaki aşılmaz sınırı eğretiliyor. Bu duvarların üzerindeki jiletli teller ise
daha yerel bir gösterge; jilet ve kendini jiletleme, jilet yaralarıyla vücuda faça
atma eylemi arabesk kültürün kodlarından. Filmin başında Damar Styla’nın
stüdyosuna posteri asılan Müslüm Gürses’in hayranları, kendilerini
jiletlemeleriyle ünlüydüler. Jiletli teller, arabesk tutkunu gençliği bu kez farklı
bir nedenle, ama yine jiletle yüz yüze getiriyor; onlara dahil olamayacağı sınıfı
ve ‘hak ettikleri’ jileti hatırlatıyor.
Beraber sahnelerinden birinde, Tarık Berfin’den gözlerini kapamasını, başka
ve güzel bir mekanda dolaştıklarını hayal etmesini ister. Tarık düşündüğü yere
47
hayalinde gider, ama Berfin yapamaz, gözlerini doğru dürüst kapatmazken,
Tarık Berfin’in kendini hayale vermeyişinden rahatsız, göz ucuyla onun
gözlerini kapayıp kapamadığını kontrol eder. Bu sahneyle hayaller ve
mekanların film ilerledikçe önem kazanacağının yanı sıra, gerçeğe çarpıp hayal
aşktan önce Berfin’in uyanacağını ve Tarık’ın hissedeceği öfkeyi önceden fark
ederiz. (Tarık’ın ‘pretend you’re somewhere else’ tişörtü de bu sahneyle anlam
kazanır.) Paralellik adına, benzer bir sahne Michael Mann filmi Collateral’da
mevcut. Afro-Amerikan taksi şoförü Max, arabasına binen, yine Afro-
Amerikan ama sınıf atlamış, kariyerli ve güzel kadını nasıl hayal kurarak
kendini tropikal adada hissedeceğini anlatmasıyla tavlar. Amerika’nın büyük
kentlerinde Afro-Amerikan mahalleleri soylulaştırma mağdurudur, rap kültürü
oralardan dünyaya yayılır ve Türkiye’de arabeskle sentezlenir. Collateral, her
ne kadar aksiyon-gerilim filmi de olsa, esasında büyük şehirlerin (Los Angeles)
insanları
yutup
birbirlerine
yabancılaştırması,
insan
hayatını
değersizleştirmesi hakkındadır.
Çekmeköy Underground’ta ise taksi şoförü Küllü Harap, Tarık’ın hapisten
yeni çıkmış ağabeyi Cemal’dir. Sitede korsan taksicilik yaparken arabaya Berfin
ve annesi biner. Berfin Cemal’i tanımazlıktan gelir. Annesine kaba saba
görünümlü bir korsan taksiciyi nereden tanıdığının hesabını veremeyeceğini,
kardeşiyle aşk yaşadığını ise asla söyleyemeyeceğini anlar. “Marcus seni aradı
mı?” diye Berfin’e soran annesi, kızındaki güzelliğin farkındadır ve güzelliği
sayesinde onu Almanya’nın üst sınıfına yükseltmeyi planlıyorken aksi yönde bir
ilişkiye müsaade etmeyeceği bellidir. Berfin’in davranışı Cemal’i rahatsız eder.
Cemal yıllar önce Leyla’ya o siteden bir ev alabilmek için suç işlerken yakalanıp
hapse girmiş, o hapisteyken Leyla Çekmeköy’e inşaat yapan müteahhit Saffet
ile evlenmiştir. Site evleri, imkansız aşklar, duvarı aşılamayacak sınıf farkları ve
zengin adamın rahatlıkla sevdiği kızı elinden alabilmesi halen Leyla’yı özleyen
Cemal’in canını yakar, kardeşinin de aynı şeyleri yaşamasını istemez, Tarık ve
Berfin’in ilişkisini tasvip etmez. Taksideki olayı kardeşine anlatmasıyla Tarık
hayal aşktan uyanıp perişan olur ve film ‘arabeskleşme’ sürecini tamamlar.
Sınıf çatışması gerçeğinin aşk hayalini katlettiği metaforik nitelikli bir sahne
ise sitenin kapısındaki tartışmadır. Aynadaki yansımadan, tepe açı ve tek plan
48
çekilmiş, karakterlerin tepeden bakan iktidarca ezildiği sahnede güvenlik
görevlisi, Damar Styla’yı içeri almayınca tansiyon yükselir. Berfin’in yetişip
müdahale etmesiyle güvenlik görevlisi
“Berfin Hanım bunlar mahallenin
serserileri” der. Tarık sevgilisiyle arasındaki aşılmaz sınıfsal duvarın suratına
tokat gibi çarpmasıyla öfkelenip oradan uzaklaşır. Berfin’in kendisine “hanım”
denmesinden özellikle duyduğu rahatsızlık manidardır, çünkü ismine ‘hanım’ ,
‘leydi’ ya da
‘madam’ benzeri, onu soylulaştıracak ifadeler eklenmesinden,
soylulaştırmanın Tarık’la arasına girmesinden rahatsızdır. Fakat olan olmuş,
Tarık gitmiştir.
Sermayenin gecekonduları işgalini açıkça vurgulayan esas olay ise Ferhat’ın
stüdyosunu kaybetmesi. Çalıştığı araba yıkama servisinin arka tarafındaki
derme çatma yeri patronunun izniyle müzik-dans stüdyosuna dönüştürmüş,
kendi imkanlarınca, bilgisayar ve koltuk ile çok sevdiği, mutlu olduğu,
hayallerini orada gerçekleştireceğine inandığı bir mekan yaratmıştır Damar
Styla için. Ancak Çekmeköy’ün gitgide değerlenmesiyle patronuna orası için iyi
fiyat teklif edilir ve Ferhat stüdyosunu kaybeder. O sırada mekana gelen Emir’e
hiddetlenir ve Emir uzatmadan geri döner. Emir’in görünürde hiçbir suçu
olmamasına rağmen Ferhat’ın ona öfkelenmesi isabetli, planlanmış bir
örtüşme. Çünkü dünya genelinde büyük şehirlerdeki şiddet içerikli birçok
hadisenin kökeninde sermayenin kenti acımasızca ele geçirip yoksulları
dışlamasıyla biriktirilen kitlesel cinnetin dışavurumları var. Ancak hadiselerin
neredeyse hiçbiri bu gerçek sebeple ilişkili tanımlanmadan, öfkeyi patlatan
bahane her neyse onunla yorumlanıp medyanın da etkisiyle etnisiteler,
inançlar veya başka kültürel sebepler dile getirilmekte. Örneğin ara ara cereyan
eden, en son Daire Sanat’ın başına gelen, Tophane’deki sanat galerilerine
mahalle halkının içki içildiği ya da kapı önünde öpüşüldüğü gerekçesiyle
saldırdığı olayları sadece muhafazakarlık ve sanat düşmanlığıyla
değerlendirmek ülkedeki laik-antilaik kutuplaşmasıyla yaratılan sağlıksız ve sığ
iklimden kaynaklanıyor. Yine Berlin üzerinden açıklarsak, kentte yoksulların
oturduğu bazı sokakların soylulaştırılması önce kültürel hamlelerle gerçekleşir.
Sokakta boş bina varsa ilkin bohem gençlik orayı işgal evine dönüştürür, orada
yaşamaya, sokak sanatı ve performanslar üretmeye, küçük çaplı partiler
49
vermeye başlar. Keyif li renkli bir hareketliliğin yerleşmesiyle sokağın çevreden
gördüğü ilgi artar ve kalabalığı paraya dönüştürmek isteyen bir yatırımcı
sokağa kafe açar. Bu noktada hipster’ların, üniversite öğrencilerinin,
entelektüellerin, yeni orta sınıf tüketicinin ve turistlerin o sokakta para
harcamaya başlamasıyla ikinci bir kafe ve küçük bir sanat galerisi açılınca
yoksullar sokağının çehresi değişir; artık gidilmek, zaman geçirilmek, hatta
adres edinilmek istenen bir yere dönüşmüştür. Böylelikle sokaktaki emlak
fiyatları fazlasıyla yükselir, orada yaşamak yoksul sınıf için imkansız hale gelir,
işgal evi zaten boşaltılır, soylulaştırma tamamlanır.
İstanbul’daki soylulaştırma süreçleri Berlin’deki kadar şık ve kültürel
işlemiyor ama Tophane özelinde bir benzerlikten bahsedilebilir. Şehrin pahalı
caddelerinde sanat galerisi kuramayan küçük sermayeli girişimci Tophane gibi
daha uygun kiralar ödeyebileceği bir bölgeyi seçmek zorunda kalınca
yoksulluk, işsizlik, hayat gailesi ve kentsel dönüşümün yıkıcı etkileriyle
depresyon biriktiren mahalle halkı, genellikle zengin ve kültürlü sınıfın ziyaret
ettiği bir mekanla burun buruna yaşamaya başlıyor. Maruz kalınan
soylulaştırma, sınıf lar arası gerilimi körüklüyor ve iki sınıfın yaşam tarzı
arasındaki farklılıklar, huzur ortamında pek umursanmayıp hoş
görülebilecekken, o gerginlikte düşmanca göze batıyor. Bu kez duvarların,
jiletli tellerin ya da güvenlik görevlilerinin korumadığı elit sınıf en ufak bir
kıvılcımda zaten kaba kuvvetten başka tepki ve ifade biçimi bilmeyen
mahalleli tarafından linç edilme tehlikesiyle karşı karşıya kalıyor. O son
kıvılcımlar buzdağının görünen yüzü, mahalleli saldırırken de hadise
yorumlanırken de bahane edilen nüansların konuşulması sistemin işine
geliyor; esas mesele, sermayenin önce dev kitleleri kente yığıp sonra kent
yaşamını ele geçirerek insanlığa günden güne mutsuzluk zerk edişi masaya
yatırılmıyor. Yılbaşı gecesi Marmara Otel’i taşlayanlardan İstiklal Caddesi’nde
başka türlü asla dokunamayacağı kadınları taciz edenlere; Londra’daki
ayaklanmalardan Paris’teki Charlie Hebdo saldırısına… kadar tüm benzer
olaylar varoşlarda biriken negatif enerjinin grizu patlamaları.
Filme dönersek, Ferhat’ın Emir’e anlamsızca bir şeyler geveleyip öfkelenmesi
yerinde düşünülmüş, esas meselenin konuşulmayıp sudan bahanelerle
50
saldırıldığını doğru örneklemiş. Eğer Ferhat Emir’e
“Siz o lüks sitelere
taşındınız diye Çekmeköy’ün emlak fiyatları arttı, ben de stüdyomu kaybettim,
senin sınıfsal varlığın benim hayatımı mahvediyor.” diye bağırsaydı filmin
temel derdi seyircinin gözüne sokulur ama hiçbir gerçekçilik arz etmezdi.
Onun yerine “Ne ayaksın lan sen” tarzında, özünde hiçbir anlam ifade etmeyen
söylemlerle saldırmak varoş gençliğinin tepkiselliğini
‘dönüştürmeden’
anlattığı gibi, seyirciye gördüğü tüm alt sınıf isyanlarında gerçek suçlunun
soylulaştırma olduğunu, ancak bunun konuşulmadığını fark ettirmeye
çalışıyor. Emir
(yani yeni orta sınıf) kendisine yönelen öfkeye anlam
veremezken onun suçsuzluğunu da Ferhat’ın çektiği acıyı da bilen Tarık araya
girip manidar bir cümleyle huzuru sağlıyor:
“Emir ortam gergin, sonra
konuşalım.”
Yönetmen Aysim Türkmen, bir şehir antropoloğu; yukarıda birkaç sahnenin
kısa çözümlemesiyle deşifre ettiğimiz, arabesk rap bir gençlik öyküsü
anlatırken satır araları ve alt metinlere soylulaştırma eleştirisini ustalıkla
yerleştirmesi, kendisinin konuya dair birikiminden ileri geliyor. Türkmen Açık
Radyo’da Metropolitika programını yapmış, Kapitalistanbul, Galata Kulesi
Sokak No: 23 ve Selahattin’in İstanbul’u belgesellerini çekmiş, ticaretle
uğraşmış… Yani kapitalizm-İstanbul ilişkisi üzerine uzmanlaşmış bir sinemacı.
Çekmeköy Underground’a bu uzmanlığının yanı sıra oyunculuk tecrübesinin
51
pozitif etkileri de yansımış ve filmde aksan kullanımlarından yürüyüşlere
kadar, karakterlerin tabiriyle,
‘10 numara
5 yıldız’ oyuncu performansları
seyrediyoruz. Bir tek öpüşme-sevişme sahneleri pek iyi çekilememiş: Belgrad
Ormanı’nın su rezervuarındaki öpüşme ve evdeki sevişme sahneleri, sarılıp
ağlıyorlar mı ya da birbirlerini mi boğazlıyorlar muğlaklığına varabilecekken;
‘muçk’ seslerinin baskın miksajlanması, rüya etkisi yaratan bir ağır çekim,
amacına ulaşamayan kadraj kullanımlarıyla amatörce kotarılmış.
(Varoş
gençliğinin aşk arayışı ve karşı cinsten birini obsesifçe kafaya takıp arabesk
müziğe bu hisleri yansıtma eğilimi Schopenhauer tarzı bir aşk yorumu veya
psikanalizle ele alındığında
“sevişmek isteyip sevişememe” sorunuyla
ilişkilendirilebilir. Sevişme sahnelerinde ‘sınıfta kalmak’ da bu sevişmek isteyip
sevişememe sıkıntısıyla örtüşüyor. Ama bu yöndeki okumayı fazla abartmamak
lazım.) Yine de filmin genelinde, ilk kurmaca yönetmenlik ortalamasının çok
üzerinde bir işçilik var. Hele ki Türk sinemasının yıllardır düştüğü, karakter ve
tiplemelerin gündelik dillerine uygun, gerçekçi diyaloglar yazamayıp
filmleştirememe tuzağına hiç düşmeyen, bu hususta ders niteliğinde bir
yapım. Ayrıca arabesk rap dünyayı görselleştirirken o stili beyaz perdeye
yansıtmak gibi zor bir sınavı, sınırlı imkanlara rağmen başarıyla geçtiğini de
belirtmek gerekir. 2009’da başladığı görüntü yönetmenliğinin daha ilk birkaç
yılında sinema filmciliği için meslek normallerinin üzerinde bir iş trafiği
alabildiği gibi bazıları sinemamız adına çok önemli filmlere de imza atarak
kamera gruplarına kariyer yönetimi örneği teşkil edebilecek bir ‘erken ustalık’
ortaya koyan Vedat Özdemir, kısıtlı şartlarda çekilen çoğu bağımsız filmin
yüzleştiği sinematografi problemlerinden yaratıcı buluşlarla kurtulmayı, filmin
görselini belli bir kalite çıtasının üzerinde tutmayı, göz tırmalayan bir vasatlık
yüzünden seyirciye ana akım sinemanın kadrajlarını aratmamayı başarmış.
Filmin farkındalık yaratma çabasına geri dönersek, her şeyden çok kent
savunmasına dair dünya genelinde ve ülkemizde yürütülen çalışmalar
havuzuna katkısıyla geleceğe kalabilir Çekmeköy Underground. Bu mücadele
havuzunun önemi ve zenginliğiyle toplumsal bilinç arasındaki mesafe,
İstanbul gibi soylulaştırmayla sertçe yüzleşen bir şehir için fazla açık. Kent
savunması, örneğin Paris’te köklü bir gelenek iken, İstanbul daha yeni yeni
52
öğreniyor. Çağdaş kapitalizm emekçi sınıfı kente sürükleyip oradaki yaşam
koşullarını yöneterek ucuz iş gücüne dönüştürürken küresel antikapitalist
mücadelenin en önemli ayaklarından birine dönüşüyor kent muhalefeti; ama
ülkemizde halen 70’li yılların mücadele pratiği ve söylemleriyle, kendisini
güncelleyememiş bir sermaye-iktidar eleştirisi izlendiğinden ciddi bir geride
kalmışlık söz konusu. Bu yüzden kent farkındalığı yaratma çalışmaları ekstra
ehemmiyet kazanıyor. Biriken bu havuz ise ses ve ürün çeşitliliğiyle, ileride de
çok konuşulacak, entelektüel üretimin en ilgiye değer ifade alanlarından biri.
Örneğin İstanbul yazarı kabul edilen Orhan Pamuk’un son romanı Kafamda
Bir Tuhaflık’ta (arabesk rap’e yakın bir roman ismi) İstanbul’un dönüşümünü
gecekondu mahallesinden seyyar satıcıların dünyasına ve aşklarına girerek
anlatıyor. İmre Azem’in belgeseli Ekümenopolis: Ucu Olmayan Şehir kent
savunmasının en beğenilen filmlerinden biri. Başka Semtin Çocukları, Kara
Köpekler Havlarken, Bornova Bornova filmlerinin Çekmeköy
Underground’la yakınlığından Türkmen de bir röportajında bahsediyor;
listeye Aslı Özge’nin Köprüdekiler ve Yeşim Ustaoğlu’nun Güneşe
Yolculuk filmleri de eklenebilir. Sulukule’deki kentsel dönüşümün insan
yaşamına etkilerini anlatan bir belgesel çekmişti Türkmen, Sulukule halkına
destek veren Tony Gatlif’in Çekmeköy Underground ile neredeyse aynı
dönemde vizyona giren son filmi Geronimo’yu izlediğimizde iki film arasında
şaşırtıcı benzerliklere rastlamamız bir tesadüf değil; farklı coğrafyalardaki aynı
soruna aynı kent savunması bilinciyle dikkat çeken iki sinemacının filmleri
haliyle birbirlerinden çok uzağa düşmüyor. İlk dönem Spike Lee filmlerinden
Tanrı Kent’e, oradan Attack the Block ya da Banlieue 13 gibi komedi-aksiyon
filmlerine kadar kent muhalefetine değinen filmleri kallavi bir ortak paydaya
alabilir, Castells’in, Neil Smith’in, Sharon Zukin’in, Besime Şen’in… veya
yine bir kadın sinemacı Feride Çiçekoğlu’nun (Şehrin İtirazı) metinleri
üzerinden bu filmler topluluğunu değerlendirebilirsiniz. İşte Çekmeköy
Underground bu zengin birikimin önemli eserleri arasında yer edinmesiyle
değerini yükseltiyor.
Kent savunmasını incelerken çok sayıda kadınla karşılaşmamız da tesadüf
değil. (Örneğin yukarıda ismini verdiğimiz yedi yerli filmin dördünde kadın
53
yönetmen imzası var, altı yazarın üçü yine kadın.) Çünkü kadınlar kent
savunmasında fazlasıyla aktifken feminist eleştiri de bu muhalefetin en önemli
ayaklarından birine dönüşüyor. Yaşam alanları ve içindeki canlılığı dişil
enerjiyle, anaç bir korumayla sahiplenişin Kobani’de evlerini savunan kadın
askerlerden hayvan özgürlükçüsü veya çevreci mücadeleye duyarlılıkla katılan
kadınlara dek çeşitli yüzleri var. Eril bir hoyratlıkla soylulaştırılan kentin
dışlananları için dişil bir incelik talep eden, kent savunmasıyla beraber güncel
antikapitalist muhalefeti kendinde yeniden tanımlayan, ilerici bir feminist
eleştiri, Türkiye’deki içi boşaltılan, kapitalizmle barıştırılıp cinsiyetçiliğe ve elit
modernist bir gelenek düşmanlığına indirgenen, bozulmuş, yaygın feminist
algının onarılmasını sağlayıp toplumsal duyarlılığımıza ciddi bir mesafe
aldırabilir.
Soysuzlar çetesi
Şehir hayatında olup bitenler, konunun uzmanları arasında hararetli
tartışmalar doğuruyor. Dönüşümün gerekliliğini, koşullar tahlil edildiğinde
asgari mağduriyet yaratıldığını öne sürüp bu noktada İstanbul’un kentsel
dönüşümünü başarılı bulan mimarlar, şehir planlamacıları ve ekonomistler de
var. Geniş ve karmakarışık, sayısız dinamiğin iç içe geçip müphemleştiği bir
tartışma sahası bu. Fakat Çekmeköy Underground mevzuun tartışmasız,
54
aşikar sirayetlerine odaklanmasıyla müphemlikten kurtuluyor: Büyük
tartışmalara girmeden, soylulaştırmayla ötelenen
‘soysuzların’ yaşamı ve
müziğine, dişi bir şefkatle eğiliyor.
Yeni orta sınıf, yoksul mahallelerdeki gençliği tanımadığı gibi, onların sanat
üretimlerini, yarattıkları müzik türünü de görmezden gelmekte. Oysa arabesk
rap, benzerlerine her coğrafyada rastlayamadığınız türden, özgün bir müzikal
füzyon. ‘Arsız Bela’ rumuzlu bir genç var örneğin, arabesk rap’in süperstarı,
milyonlarca tıklanma alan videoları, varoşlarda büyük bir hayran kitlesi
mevcutken, orta sınıfta ismini duymuş birine nadiren rastlarsınız. Çekmeköy
Underground kent savunması gibi büyük meselelere temas etmesi kadar
arabesk rap kültürünün görmezden gelinişine karşı mütevazı bir görünür
kılma çabasıyla da sempatik bir yapım. O dünyayı az çok tanıyanlar filmdeki
emek verilmiş gözlemciliği hemen ayırt edebiliyor. Örneğin bu gençlerin yer
yer “k” harfi yerine “q” kullanma tercihleri dikkat çekicidir. Arabesk rap’in bir
başka yıldızı
‘İSyanQaR26’ da
“q” tercih eder isminde; filmde ise Emir,
tanıştıklarında rumuzunun “q” ile yazıldığı hususunda Ferhat’ı uyarır. ‘AsiStyla’
türün en üretken sanatçıları arasında, filmdeki ‘Damar Styla’ grubunun ismine
ilham verdiği fark ediliyor. İsimler haricinde, mesela ormandaki esrar içme
sahnesinde ‘kentin baskısından’ kurtulmanın özgürlüğüyle avazı çıktığı kadar
“esraaaaaar” diye bağırır Tarık. ‘Bayan Kral’ ve ‘Karamsar Şair’in meşhur düeti
(bu kez rap değil, yeni nesil ‘indie’ arabesk) ‘Çıktım Kırklar Dağın Başına’nın
videosunda da şehir dışında, çayır çimen bir yerde bağıra çağıra
“sardım
esrarımı yarin adına” diye nakarat söylerler. Ayrıca görüntüsü ve imajı
düşünüldüğünde,
‘Bayan Kral’ filmdeki erkeksi tavırlı, arabesk rap’te
yıldızlaşmayı hayal eden, manikürcü Ayça’nın esin kaynağı gibi. Ferhat ve
Tarık’ın giyim tarzları ve güneş gözlükleri de ‘SanJaR’ rumuzlu arabesk rap’çiyi
anımsatıyor… Tespitleri artırmak mümkün, filme hazırlanılırken arabesk rap
dünyanın enine boyuna araştırılıp gerçeğe uygunluğu için titizlenildiği ortada.
Müzikten biraz uzaklaşıp gecekondu yaşamına baktığımızda da filmdeki
hassas gözlemciliği ayrımsayabiliyoruz. Bir sahnede polisler gençlerin arabasını
durdurur; Tarantino ile anılan, bagajdaki kameranın bagaj açılınca siyah
ekranda aşağıdan yukarı silmeyle sahne geçişi etkisi yarattığı trükle çekilmiş
55
bir bagaj kontrolünün peşinden, Paul Haggis’in Crash filmindekine benzer,
tacize varan bir üst aramayı seyrederiz. İstanbul’da varoş çocuklarının üzerinde
uyuşturucu ya da silah gibi bir suç unsuru bulunmasının muhtemelliğinden,
polisler en çok onlara üst araması ve GBT kontrolü yapar. Zengin bir kentlinin
üst aranma ve GBT kontrol sıklığı belki senede bir defanın bile altına düşerken,
görüntüsüyle sınıfsal kimliğini ele veren bir varoş çocuğu her gün aranabilir.
Aranırken de didik didik, suç unsurunu elbisesinde herhangi bir yere
saklayabileceği varsayımıyla aranır. Silah ya da uyuşturucuyu en çok bu
çocukların üzerinde veya arabasında bulan, kentin uyuşturucu satış trafiğini de
bu çocukların sağladığını bilen polis, onları daha sık aramakla bir bakıma
haklıdır. Fakat suça bulaşmayan gecekondu gençliği sürekli aranmaktan
rahatsızlık duyar, her defasında toplumun kendilerine potansiyel suçlu gözüyle
baktığını hatırlar. Bu yüzden filmde Tarık, polisin bacaklarına dokunarak
üstünü aramasına gereğinden fazla sinirlenir; çünkü aynı Berfin’in site kapısı
önündeki sahne gibi, hayallerinden uyanıp sınıfsal pozisyonunu hatırladığı
sahnelerden biridir. Bu sınıflar arası aranma sıklığı farkı, filmin güzel
düşünülmüş değinilerinden biri. Ayrıca ‘kimlik kontrolü’ eylemi geriliminin
yanı sıra, başlı başına çok güçlü bir eğretileme. Aynı metaforik sahneyi,
Çekmeköy Underground’un akrabaları arasında bahsettiğimiz Güneşe
Yolculuk filmi de kullanmıştı.
56
Şu noktada belirtmemiz gereken, Çekmeköy Underground konu edindiği
gençliğin en masum kesimini bize seyrettiriyor. Tarık, Ferhat, İsmail, Berfin,
Ayça, Emir… Ahlaklı duruşlarından, temiz yüreklerinden ödün vermiyorlar.
Cemal’in işlediği suç da romantik nedenlere bağlanınca onu rahatsız edici bir
karaktere dönüştürmüyor. Cemal hapse girdiğinde Tarık, ağabeyinin
suçsuzluğuna inanmışken, sonra gerçekten suç işlediği ortaya çıkınca sinirlenir
mesela. Masumiyete önem verir. Karanlık ve kötücül değildir hiçbiri. Böylelikle
karakterlerini sevebileceğimiz, renkli bir aşk-gençlik filmi izliyoruz. Yani
‘yeraltının’ yüzeye en yakın katmanına bakıyor; diplere, karanlık dehlizlerine
girmiyoruz. Bir tek Ali karakteri tehlikeli; geldiği gibi Ayça’ya göz koyuyor,
Cemal’i de suç işlemeye o yönlendiriyor. Tarık ve Ferhat, Ali’den rahatsızlık
duyup stüdyolarından kovuyor, seyirciye
‘temiz çocuklar’ olduklarını
ispatlıyorlar.
Film sadece arabesk rap gençliği ele almakla kalmayıp, gecekondu yaşamının
farklı yüzlerini de seyrettiriyor. Karanlık yüzü için Ali’den söz ettik. Ayrıca
Tarık’ın ailesi üzerinden üç kuşağın çatışmasını incelikle işliyor. Tarık’ın anne
babası, Havva ve Hüseyin, dindar insanlar, Anadolu maneviyatını temsil
ediyorlar. Saffet ise kapitalizmle sentez bir Müslümanlığı, son dönemin moda
tabiriyle
‘abdestli kapitalizmi’ simgeliyor. Leyla ile evlendiğinde ondan
tesettüre girmesini talep ediyor, ama öte yandan Ali gibi biriyle de iş
yapmaktan geri kalmıyor. (Saffet’e daha gösterişli bir otomobil bulunabilirmiş,
zenginliği vurgulanamamış.) Anadolu İslam’ı endişeli, yaşadığı yer ve
çocuklarının kötüye gidişini durduramıyor; sadece küsüyor, Cuma namazı
çıkışında cemaatle konuşup oğluna iş arıyor, “Sen başını belaya sokma yeter,
ben sana para veririm.” sözleriyle ya da
“bir çay koyarak” gerilimleri
yatıştırmaya çalışıyor, ama yeni nesli kurtaramıyor. Bir sahnede artık yorulan,
elinden hiçbir şey gelmeyen Havva, balkona çıkar ve Tarık’ın yanında sigara
yakar. Havva’nın kişiliği düşünüldüğünde, bu küçük hareket, filmdeki en
büyük isyanlardan biridir aslında. Ve ilk defa, anne oğul isyan ettiklerinde,
çatışmayı bırakıp ortak paydada buluşur, arkadaş gibi konuşurlar. Tarık
annesine niçin İstanbul’dan taşınmadıklarını sorar; bağlı bahçeli, doğayla iç içe
bir hayata geçerlerse mutlu olabileceklerini söyler, Havva hemfikirdir.
57
Kentleşme, kapitalizm ve İslam üçgeninde kitap ve makaleler yazan Lütfi
Bergen’in ‘Anadolusol’ ismini verdiği düşüncesi, çok kısaca, antikapitalist
mücadele için Anadolu’nun natüralist huzurunu, organik yaşam kültürünü ve
kirlenmemiş İslami vicdanını sahiplenip geliştirerek sermayenin kentsel
köleleştiren baskısına bir karşı tez oluşturma gerekliliğidir. Film bu balkon
sahnesiyle Bergen’in fikrine yeşil ışık yakar, kendileri ve yeni nesil için
mutluluğa çıkış arayan Havva’ya ‘Anadolusol’ yaklaşımını onaylatır, hayalini
kurdurur.
Nasıl Havva ve Hüseyin Anadolu geleneğine, Tarık da 2000 sonrasının yeni
gençliğine ait ise, Cemal de gecekonduların 1980 sonrası ara kuşağını yansıtır.
Giyimi, görünümü, erkeksi pozları, efkarlı halleriyle klasik arabesktir. Hapisten
çıktığı vakit kardeşinde arabesk ruhun rap ile füzyonunu görünce hiç
hazzetmez. Cezaevinde geçirdiği zaman zarfında popülerleşen metroseksüel
erkek tipinden habersizdir; rakıdan sonra çorbacıya gitmek maço arabesk
kültürün önemli ritüellerinden biriyken, Tarık’ın koku yapıyor diye kelle paça
çorbası içmeyişini kadınsı bulur, yadırgar. Daha sonra Tarık ve Ferhat’ın
saçlarına fön çektirip süslenmek için gittikleri, rap’leşmiş arabeske paralel,
diskotekleşmiş erkek berberinden ayrıca tiksinir; kitsch ortamı
“Japon
kerhanesi gibi” diyerek aşağılar. Arabesk muhafazakardır Cemal, değerlerini
bırakamaz, kentsel dönüşüme ayak uyduramaz. Arabesk kültürün hastalıklı
aşk idealizmine bağlılığından, Leyla’nın Saffet’le evliliğini, paranın karşısında
aşkının değersizliğini sindiremez; böylece ne ailesiyle iletişim kurabilir, ne de
başını belaya sokmadan, işinde gücünde yaşayabilir. Sonunda adapte olamadığı
kentsel dönüşüm Cemal’i yutar, kapitalist sistem ‘delikanlıyı harcar.’
Son bir örtüşmeyle, sistemin harcadığı bir diğer delikanlı da Çekmeköy
Underground’un kendisi. Film sadece Başka Sinema dağıtım ağında, sınırlı
gösterime girebildi. Özellikle de konu edindiği arabesk rap gençlikle
buluşması, ‘aşıkların kavuşması’ zor görünüyor. Çünkü bu çocuklara “Başka
Sinema’ya gidelim.” derseniz, yarıdan fazlası su dolu bir kovanın içinde yüzen
kesik altlı plastik şişenin tepesine iliştirilmiş alüminyum folyodan delikli bir
kapağa tütünle karıştırılmış kubar koyup “Ya bırak ağbi, sen yaklaş şuraya, ben
seni çok başka sinemalara götüreceğim.” diyerek güler. Tarık finalde rumuzunu
58
alır:
‘Mekansız Kral.’ Ferhat’ın stüdyo kapısı polislerce kırılmadan önce
çektikleri video dolayısıyla ‘mekansız’, filmde ailece izledikleri ‘Çirkin Kral’
Yılmaz Güney’den hareketle de ‘kral’ oluşu, aynı zamanda soylulaştırmaya
karşı en soylusundan ‘krallık’ makamıyla, ironik bir itiraz gibidir. Filmin bir
şarkısında şöyle denir: “Aşıklar korkmaz, kaderle savaşır, efsane oluruz, hayal
oluruz o zaman.” Bağımsız filmciler korkmadı; arabesk rap’i keşfetti, gönül
verdi, projeye inanıp beş yılını bir filme adadı. Kaderle de savaştı; bakanlıktan
destek bulundu, senaryo kısaltıldı, AVM’lerdeki sinema kompleksleri ve
anlaşmalı büyük dağıtımcıların soylulaştırıp dışladığı yerde Küllü Harap gibi
“Çekin lan bütçeli filmi insan gibi izlesinler.” isyanıyla alternatif dağıtımcılık
yollarını denedi. İlk gösterimlerinde coşkuyla karşılandı, sinema yazarları ve
sinefiller beğendi, kültleşme ışığı göründü, efsane oldu. Ve de üçüncü
haftasında 1030 seyirciyle sezonun en düşük gişe rakamında kalıp iflas etti,
hayal oldu. O artık ‘Salonsuz Kral.
59