ÇÖZÜMLEME
AYDIN’IN KIŞ UYKUSU
Dilek Tunalı
Giriş Niyetine
Seksenlerde bastırılan, doksanlarda çözülen, iki binli yıllarda ise çarpık,
eklektik ve muhtemelen iyi kavranmamış post modern durumun tüm
kavramlarını içinde erittiği, özgürlük tanımını
“şimdi”nin dar çerçevesine
sıkıştırdığı, edinmiş olduğu her türlü bilgi ve deneyimin sonucunda nötralize
olmuş (bir bakıma kafası karışmış), her yüzleşmede biraz daha geriye çekilmiş,
biraz daha ürkmüş ve hareket edemeyecek kadar kendisini fena halde köşeye
sıkıştırmış Türkiyeli bir “entelektüel”in ekseninde gelişiyor hikaye.
A(a)ydın
A(a)ydın (Haluk Bilginer), tüm gelişmelere ya uzaktan bakıyor ya da bir
şeylerin ardından. Aydın’ın ürkek, kuşkulu, yargılayıcı yapısını, filmin
neredeyse ilk yarısına kadar yakın ancak yarım yüz plan çekimlerle görüyoruz.
Ruh halini tanımlayan gri ve çıplak kayaların, filmde soyutluk ölçüsünde bir
leitmotif yaratan çamura bulaşmamak ve çamurun kirini korunaklı bölgesine
sokmamak için, ayağını yerden kesen turuncu Land-Rover’ının, baba yadigârı
mülkiyetini simgeleyen ve çok gurur duyduğu eşyalarının, çalılıkların ya da
çoraklığa yaslanmış penceresinin ardından bakıyor. Kısık ya da kuşku dolu
gözlerle olan biteni seyrediyor. Aynalardan, kırılmış bir araba camından,
eşyalara yansıyan bütünlüksüz suretinden merkeze koyduğu egosuyla kırık
dökük ve hiçbir yere varmayan hesaplaşmalarını izliyoruz film boyunca.
SEKANS Sinema Kültürü Dergisi
Mart 2016 | Sayı e1 : 77-91
Filmin proloğunda, Kapadokya’nın turistik cazibeden uzak, gri, yalnız ve
biçimsiz kayalıklarının fonunda dumanı tüten kuru çalıların uzun uzadıya
gösterilmesi ve oradan, bu atmosfer içindeki silüetvari A(a)ydın’a geçilmesi
gidişat hakkında bir ön bilgi vermiş oluyor.
Daha sonradan göreceğimiz üzere toplumcu, halkçı, muhtemelen Marksist
yapıdaki geçmişi, “şimdi”nin mülkiyet temeli üzerinden fetişleştirilmiş bir artı
değer eksenine “ben”ini yerleştirerek ilerliyor. Bunun bir ilerleme değil bir
sayıklama olduğunu aslında kendisi de biliyor.
Aydın, kendisini emekliye ayırmış bir tiyatrocu.
“Oyuncu” tanımı ayağa
düştüğü için kendisini “tiyatrocu” olarak tanımlıyor. Hatta yıllardır biriktirdiği
bilgiyle, okuduğu kitaplarla Türkiye’de henüz hiç kimsenin gerçek anlamda
yapmadığı bir şeyi yapmak istiyor; kallavi bir “Türk Tiyatrosu Tarihi” kitabı
yazmak. Sürekli ertelediği, ertelediği için sıkıntıya girdiği, o bitmek bilmez can
sıkıntısından kendisine kocaman siperler örüp arkasına saklanarak izlediği bir
ertelemeler çöplüğünün içinde yaşıyor. O nedenle sıkıntılı, kuşatılmış,
hareketsizleşmiş ve bu hareketsizlik içinde salt oyunculuk deneyiminden
edindiği kişilik parçalanmaları kalmış geriye. Aydın, Nihal’in (Melisa Sözen)
eleştirileri doğrultusunda istediği an istediği kişiliğe bürünebilen, egosantrik
ama aynı zamanda da parçalanmış bir ego. “Othello” ismini verdiği otelden,
çalışma odasındaki Shakespeare afişlerine kadar Aydın’ın egosuna dair
izlenimler edinebiliyoruz.
78
Nihal-Aydın
Aydın’ın genç karısı Nihal de mülkiyetin demirbaşlarından sayılır. Aydın’ın
Nihal’e karşı tedirginliğini filmde ilk kez Süavi’yle (Tamer Levent) yaptıkları
konuşma sırasında fark ediyoruz. Nihal’in adının geçmesi bile yüzünde gölgeler
oluşturuyor. Nihal, tam da Aydın’ın söylediği; “krallığım küçük ama orada kral
benim” ifadesindeki taşrada canı sıkılan her varlıklı kadının (maddi varlığının
eşinin mülkiyetine bağlı olması koşuluyla) yaptığı gibi kendi küçük cemaatini
oluşturarak ve kendisini bu cemaatin saygın kişisi durumuna getirerek
“oyalanıyor”. Onu daima can sıkıntısının üstesinden oyalanarak gelmeye
çalışırken görüyoruz. Melisa Sözen’in Nihal rolü için seçilmiş olması,
oyuncunun daha önceden bildiğimiz dizi film ve uzun metrajlarında sergilemiş
olduğu performansın bir sağlaması gibi duruyor. Uzak, soğuk, mutsuz ve
duygusuz…
Nihal ve Aydın arasındaki ilk gerilim, eşini kaybetmiş, çiftliğine çekilmiş,
alkolik, av tutkunu, kızını Londra’da okutan, Aydın’ın genç bir karısının
olmasını gıptayla seyreden, hafiften Nihal’e meyleden Süavi karakterinin de
içinde olduğu üçlü bir konuşmada ortaya çıkar. Psikolojik gerilim bu noktada
görünür kılınır. Dikiş-nakış öğretmeni bir kadın okurun, Aydın’ın yazılarını
takip etmesi ve bunun üzerine onarılması gereken okul binaları için yardım
talep etmesi, Nihal’in de hassas olduğu
“yardım” konusunda çiftin
yakınlaşması için bulunmaz bir fırsattır
(bütün bunlar Aydın’ın içinden
79
geçenlerdir). Nihal’in odaya girmesiyle birlikte ne yapılırsa yapılsın asla
erimeyecek gibi görünen buzdan duvarlar hissedilir. Ancak filmde karı-koca
arasındaki bu ilk gerilim Nihal’in yardım etme niyetinin olmamasını daha da
bastıran farklı bir mecrada gelişir.
Nuri Bilge Ceylan bir söyleşisinde, filmlerindeki cinsiyet temsillerini kadın-
erkek üzerinden değil; hataları, zaaf ları, korkuları olan doğal insanlık halleri
üzerinden yapılandırdığını belirtmiştir. Bir Zamanlar Anadolu’da, İklimler
ve Üç Maymun’da cinsiyet temsilleri, kadının ezilmişliği, erkeğin yüceltilmesi
ya da tam tersi konumlandırmalar üzerinden değil, tam da defosu olan insanlık
halleri üzerinden tamamlanır ya da yarım bırakılır. Sanırım işte bu noktada
Dostoyevski’nin, Çehov’un, Tolstoy’un karakterlerine iyice yaklaşır
yönetmen.
Küçük bir taşra kasabasında, kendinden yaşça büyük olan kocasının egosu
altında ezilen ve yine bu iktidarın izin verdiği ölçüde “kendine ait odası”nı
Aydın’ın sponsorluğunda yaratmaya çalışan Nihal, genç öğretmen Levent’le,
yaptıkları ilkokul binalarını onarmaya yönelik yardım işleri nedeniyle daha bir
yakındır. Bu yakınlık, Nihal’in yüzünden bulutlar geçiren kadın okurun
Aydın’dan yardım talep etmesinin yarattığı kıskançlık duygusunun kat be kat
Aydın’a geçmesine neden olacak psikolojik bir çatışma alanı yaratır. Bu kez bu
duyguyla Aydın cebelleşmektedir ve neredeyse filmin sonuna kadar da başa
çıkamadığı anlaşılır.
Nihal aslında Aydın için, otel müşterilerinin hoşuna gideceğini düşünüp
satın almaya karar verdiği, ehlileştirmeye çalıştığı yılkı atı gibidir. Yılkı atının
yakalanması, direnmesi, dereye düşmesi ve sonunda mağaramsı bir mekânda
ehlileştirilmeye çalışılması ve sonra yine Aydın tarafından özgürlüğüne
bırakılması, film boyunca Nihal’in öyküsüyle paralel gider. Benzer bir
paralellik, birbirlerini iki farklı sınıf olarak ötekileştiren kiracı İsmail’in
suskun, öfkeli ve direnç gösteren oğlu İlyas için de geçerlidir. Bu bakımdan
İlyas’la Nihal’in öyküsel gelişiminde de benzer koşutlukları yakalarız.
İyilik kavramı, bir zamanlar Kieslowski’nin, Mavi filmindeki Julie
karakterini tanımlarken ifade ettiği gibi, sadece insanın kendisini iyi
80
hissetmesi içindir. İyilik son derece bencil bir duygudur. Kişinin statüsünü bir
yere yerleştirmesi ve dikey bir açıdan egosunu sağlama almasıdır. Bir bakıma
Slavoj Zizek’in anlatıcı olarak yer aldığı The Pervert's Guide to Ideology'de
Taxi Driver ve The Searchers’da örneklendiği gibi, yardım edilmek veya
kurtarılmak istenen kadın karakterler aslında kurtarılmayı talep
etmemişlerdir. Bu durum tıpkı ABD’nin Irak, Afganistan vb. coğrafyalara
“barış” ve “demokrasi” götürme isteğine benzer. Nihal bu noktada ABD başkanı
gibi davranır. Kiracı İsmail’in evine Aydın’ın kendisine dernekte kullanması
için bıraktığı külliyatlı miktarı teslim etmek (ya da hem o paradan hem de
Aydın’ın gölgesinden kurtulmak için) üzere gittiğinde, melodram filmlerden
fazlaca aşina olduğumuz “ruhun parayla asla satın alınamayacağı” klişesini en
sert, en çarpıcı, en gerçekçi haliyle görürüz.
Belki Kış Uykusu üzerinden başka bir yazının konusu olabilecek “Politik ve
İdeolojik” analiz, bu noktada Nihal’in yardımseverliğini itici bulan Necla’nın
(Demet Akbağ) “kötülük” paradigması üzerinden Necla - Aydın, Necla - Nihal
ikililerinin farklı çatışma alanları ve gerilimleri için kapı aralar.
Necla - Aydın
Necla sorar; “Kötülüğe karşı koymak ne demek?” Her zamanki gibi Aydın’ın
çalışma odasında, bir nevi terapi koltuğundaki gibi yarı uzanır konumdadır.
Filmde geçen bir replik, ikisi arasındaki ilişkiyi tanımlar: Necla’nın nasırlı eli
sanki hep Aydın’ın sırtında geziniyor gibidir, okşarken acıtan cinsten.
Genel bir değerlendirmedir aslında; “kardeşliğin zorunlu arkadaşlık olması”.
Filmde Necla ve Aydın üzerinden ilerleyen gerilim bir bakıma Freud’un “Aile
Romansı” temel alınarak çözümlenmeyi gerektiren bir yapı sunar. Hatta daha
da ötesine geçip kültürel/ideolojik yan anlamlarını okumaya elverişli bir zemin
hazırlar. Böylece iki egosantrik kişiliğin çatışmasına tanık oluruz.
81
Aydın’ın masum gibi görünen (aslında öyle olmayan) köşe yazısına Necla’dan
yorum getirmesi isteği, tıpkı sırtında dolaşan o nasırlı el gibi önce (tam da
Necla’nın entelektüel yapısına uygun biçimde) ağızda gevelenen bir
destekleyicilik, sonra artı ve eksilerin yer aldığı çözümleyicilik, en sonunda da
bilinçaltını kusan bir yıkıcılıkla biter.
Köşe yazısının konusu daha sonradan Necla’nın da eleştirdiği tarzda Anadolu
kasabalarından, Hamdi Hoca’nın özelinden genelleştirilerek, din adamlarının
estetik yoksunluğuna ve sakilliğine uzanır. Son derece iddialı bir başlık taşıyan
bu yazılar, Necla’nın nezdinde gereksiz ve boşa harcanmış zamanlardır. Neden
daha fazla okunan ulusal bir yayın organında yazmamaktadır? Neden okur
mektupları onu bu kadar mutlu etmektedir? Çünkü Aydın kolaycıdır,
korkaktır; Hamdi Hoca’nın özelinden sakillik, estetiksizlik üzerine bir damar
bulmuş, sürekli onu didiklemektedir. Yazıları vasat, kansız ve zararsızdır. Yazar,
tribünlere oynayarak kendisini sevdirmeye çalışmaktadır. Vıcık vıcık bir
duygusallık hâkimdir bu yazılara. Eleştirilerinin ardından Necla sorar:
“Bozulmuyorsun değil mi?”
Gerilimin tırmanması ve belki de ilk kez birbirlerini cümleleriyle bu kadar
sert tokatlamalarının ardından Necla’yı bir daha etrafta göremeyiz. Aydın,
Nihal’le yaşadığı büyük gerilimin ardından bir süreliğine İstanbul’a gitmeye
karar verdiğinde, Necla’nın kapısını çalar, açan olmaz. Bu durumda Necla;
82
1-Kötülüğe karşı koymama felsefesini benimseyip, bir zamanlar kendisine
“kötü” davranmış, şimdilerde ise alkolik olmuş eski eşine dönmek üzere
İstanbul yolunda olabilir,
2- Aydın’ın hâkimiyetindeki baba yadigârı evinde hem Aydın, hem de Nihal
tarafından kendisini sığıntı gibi hissetmesi neticesinde uzun bir süre ortalığa
çıkmamaya karar vermiş olabilir,
3- Ta Çukurcuma’dan satın alıp Kapadokya’ya getirdiği ince ve hassas
bardaklarının hizmetli tarafından dikkatsizlik sonucunda kırılması ve
benzerlerini bir daha bulmasının mümkün görünmemesi üzerine belki de
uzun zamandır gerçekleştirmeye fırsat bulamadığı elitist zevkini tatmin etmek
uğruna çoktan Çukurcuma sokaklarında antikacıları dolaşmaya başlamış
olabilir.
4- Nihayetinde nereye giderse gitsin geçmek bilmeyen bir can sıkıntısını; ne
yurtdışında, ne İstanbul’da, ne Kapadokya’da, ne evliyken, ne boşanmışken
gideremediği için yeni bir mecra aramaya doğru yelken açmış olabilir.
Aydın, Necla’yı ortalıkta göremeyince Hidayet’e (Ayberk Pekcan) sorar.
Joker durumundaki Hidayet bu kez resepsiyondadır. Necla Hanım odasında
değildir. Yoksa bir sorun mu vardır?
Hidayet - Aydın
Tıpkı Bir Zamanlar Anadolu’da filminde, gerçek bir derinliği olan Arap Ali
(Ahmet Mümtaz Taylan) gibi, film boyunca taşrayı, taşrada yaşamayı ve hiç
bocalamadan kendini gündelik çıkarlara uygun şekilde sağlama almayı
gösteren en önemli karakter olarak karşımıza çıkar Hidayet. Kurnaz, işini
bilen, gerektiğinde biat edip çaktırmadan kendi yolunda giden, bunu yaparken
hizmetinde olduğu patronuna asla hürmetsizlik etmeyen, her işe aklı eren, her
işi beceren
(ya da öyle görünen), joker eleman olması hasebiyle olayların
düğümlendiği noktalarda bir iş bahane ederek ortadan kaybolan; şoför, kahya,
resepsiyon görevlisi, 2. Adam, kısacası Aydın’ın elini bulaştırmak istemediği
işlerin maşasıdır.
83
Hidayet rolündeki Ayberk Pekcan, filmdeki en başarılı oyuncu seçimi
olarak karşımıza çıkar. 1995’te başladığı oyunculuk kariyeri boyunca Pekcan’ı,
Yaprak Dökümü’nde Talat, Kurtlar Vadisi’nde Doktor, Keşanlı Ali
Destanı’nda Teke Kazım, Aşk ve Devrim’de Pala, Saç’ta Hamdi, Neredesin
Firuze’de ise Pislik karakteriyle tanıyoruz. Hâlihazırda üç kez “en iyi erkek
oyuncu” ödülüne layık görülmüş olan Ayberk Pekcan, Kış Uykusu’nda da
“Hidayet” rolü için biçilmiş kaftandır. Sanki şimdiye kadar oynadığı rollerin
toplamı gibidir Hidayet. Yer yer komik, önemli ölçüde de kara mizahidir.
Bir zamanlar toplumculuk, halkçılık ve benzeri bir tandans üzerinden (belki
de akıma kapılarak) hangi noktadan bugüne geldiğini Necla’yla konuşması
sırasında öğrendiğimiz Aydın, tıpkı üretimin artı değerini fetişleştirip o
noktaya kendi egosunu yerleştirdiği gibi; halkçılık mevzusunu da halktan
yakın gördüğü birini maşa olarak kullanmakla yerine getiriyor gibidir. Aydın’ı
ruhen rahatsız eden, kendi kendiyle hesaplaşmaya girişeceği her iş Hidayet’e
devredilir. Uzun zamandır kira ödemeyen kiracıları (İsmail ve Hamdi Hoca)
yine can sıkıcı bir konu oluşturmaktadır. Aydın bu işe pek bulaşmak istemez.
Kiracılara ödeyemedikleri kiralar nedeniyle icra gelmiş, eşyaları götürülmüş,
olay sırasında imam kardeşi Hamdi Hoca’nın aksine asi ve huysuz olan İsmail
kavga çıkarmıştır. Problemli durumlar filmde her daim Aydın’ın olayları, bir
şeylerin arkasına saklanarak uzaktan uzağa izlediği anlardır. Kendilerini
çamurdan koruyan turuncu Land Rover’la yeni dağılan ilkokulun önünde
dururlar. Bir çocuk arabanın içindeki Aydın ve Hidayet’e dik dik bakar. Bir
Zamanlar Anadolu’da filmindeki çocuğun bakışlarıdır: Haksızlığa uğramış,
ezilmiş, babasına kötü davranılmış, yerinden edilmeye çalışılan küçük bir
çocuğun biriktirdiği öf keli bakışlardır. Çocuğun elinde başka bir silah yoktur.
Öldürücü bir silaha sahip olamayan her öfkeli çocuğun yaptığını yapar.
Arabanın içinde bu can sıkıcı durumu konuşan iki adam aniden fırlatılan taşla
hakikate döner. Alelacele çocuğun peşinden koşmaya başlayan Hidayet’i, Aydın
kırık camın gerisinden sakınarak izler.
Hidayet, tıpkı ele geçirilmeye çalışılırken derenin içinde debelenen yılkı atı
gibi, küçük çocuğu (İlyas’ı) sırılsıklam bir şekilde tutup getirir. Maksadı (ki tam
da bu noktada) gerçek arzusunu yerine getirmek için (güncel politikadan da
84
yakından takip ettiğimiz gibi) önce uzlaşmacı ve yardımsever bir kılığa
bürünüp çocuğu korumacı bir şekilde evine teslim etmektir. İsmail’le
karşılaşmaları bu sözde niyetin ardındaki gerçeği öne çıkarır ve araba camına
gelen taşın ardından filmdeki ikinci fiziksel hareket, İsmail’in camı kırdığı için
İlyas’ın suratına beklenmedik bir tokat atması olur. Zaten bu beklenmedik
hareketler, kendi içlerinde sıkıntıyla debelenen ve bir türlü çözüm elde
edemeyen üst ruhların aksine, aykırı ve asi diye niteleyebileceğimiz, kıyıda
kalmış bu yoksul kesimden (aileden) gelir. Hiç oyalamadan, gevelemeden
doğrudan refleks gösterirler. Bu tokat, İlyas’ın kırdığı camın diyetidir. İsmail bu
noktada despotik babadır. Hem koruyucu, hem cezalandırıcıdır. Fiziki
müdahalenin yanında yöresinde pek olmak istemeyen Aydın, Hidayet’i bu pis
işi temizlemesi için öne sürer. Hidayet ve İsmail dalaşır.
Hidayet olması gerektiği yerde çoğu zaman yoktur (ya da uzaklaşır), dâhil
olmaması gereken durumlarda ise kasabalılığın verdiği etrafı kollama, olan-
bitenden haberdar olma (ve belki de tüm bu negatif durumları ileride kendi
lehine çevirme) tarzındaki küçük hesaplarla, tam da sınırları keskin hatlarla
çevrelenmiş, kasabanın içindeki insan zihniyetini temsil eder.
Arabanın kırılan camının yenilenmesi 70 liradır. Üstelik orijinal parça da
değildir. Israrla kırılan camın bedelini ödemek isteyen Hamdi Hoca (Serhat
Mustafa Kılıç), Aydın’ın mekânına geldiğinde yine etrafta olmayan ve bir iş
için uzakta bulunan Hidayet aranır, taktırılan camın gerçek ederi öğrenilir, 70
değil 170 liradır.
Hamdi Hoca tahliye kararının kaldırılmasını istemek için gelmiştir. Aydın’ın
lafı ağzında gevelemesi, bu işlerden anlamaması!
(bulaşmak istememesi)
üzerine yine o taşra akrabalığıyla birbirlerini çok iyi bilen, birbirlerinin
hücrelerini okuyan ve dolayısıyla birbirlerinden nefret eden iki kişiyi, Hamdi
Hoca ve Hidayet’i birbirlerine terk eder. Aydın işin içinden sıyrılır.
Aydın, Nihal’le yaptığı büyük tartışmadan sonra, bir süreliğine İstanbul’a
gitmeye karar verip yola çıktığında, hava koşulları nedeniyle seferleri iptal
edilen uçakların yerine trenle gidecek olmasına sıkılır. Onu istasyona bırakacak
85
olan kişi her zamanki gibi Hidayet’tir. Kar başlamıştır. Sanki tüm olan biteni
bir parça kapatıp yer yer kapanmayan bu çorak arazide, yarı bütünlüklü
kayalıkların arasından istasyona giderler. Aydın’ın bavullarını taşıyan
Hidayet’in içeriye girdiği anda (kar nedeniyle) ayağı birkaç kez kayar, düşecek
gibi olur ama düşmez. Aydın ise kara, buza dayanıklı sağlam botlarıyla yine can
sıkıntısı içinde bir köşeye ilişir. Hidayet, her daim ayağı kayıyor olsa da kendini
sağlama almayı becerir. Bu noktada özne ile nesne yer değiştirmiştir sanki. Yılkı
atı yakalayıcısının ifadesindeki gibi; “Devede de boy vardır ama eşek önden
gider.” Hidayet İstanbul’a gitmekten vazgeçen Aydın’ı, Süavi’nin evine bırakır.
Süavi-Levent-Aydın
Aydın İstanbul’a gitmek yerine yaşadığı yerden birkaç kilometre uzağa
kaçabilmiştir ancak. Bir zamanlar, Ömer Şerif bu bölgede film çekmiş,
Aydın’la tanışmışlar ve şunu söylemiştir;
“Oyuncu dediğin dürüst olacak.”
Süavi’nin çiftliğine de filmin çekildiği köyün yön levhasından gidilmektedir.
Aydın, Süavi’yle yalnız olacaklarını düşünürken her zamanki gibi Levent
öğretmen (Nadir Sarıbacak) çıkagelir. Aydın’ın çözülmesinden (alkol yoluyla),
kusmasına kadar geçen süre filmin önemli birkaç yüzleşmesinden biri olup
sonunda (çok belirsiz kalmış olsa da) evine yeniden dönüşüyle tamamlanır.
86
Levent’in çıkagelmesiyle Aydın biraz sarsılır. Çok nadiren kullandığı alkol
sayesinde rahatlar. Ve bir zamanlar kekeme olduğu için hiç konuşamayan
Yozgatlı Levent öğretmen, tıpkı Hamdi Hoca’nın (açlık ve yoksulluğun sonucu
olarak) ikram edilen çay ve kurabiyelere saldırması gibi, o da Süavi’nin evinde
sık sık konaklamakta, av sırasında ya da sonrasında ev sahibinin pahalı
içkileriyle sarhoş olup sohbet etmektedir. Öğretmen maaşıyla ancak hayalinde
görebileceği bu lüksü sonuna kadar kullanıyor gibidir. Üstelik alkol müptelası
Süavi bir süre sonra sızmaya meylederken, Levent öğretmenin yılların
kekemeliğinin acısını çıkarırcasına söylediği her şeye hak verir pozisyona
geçmesi, bedavadan bir dinleyici bulması, ikinci lüksüdür.
Levent öğretmeni tanımaya çalışan Aydın, kültür ve geleneklere olan
entelektüel merakını Levent’in kökenini öğrenmekle gidermeye başlar. Levent
Yozgatlıdır, çocukluğunda kekeme olduğu için hiç konuşamamış, artık rahatça
konuşabilmektedir; çok konuşursa kusura bakılmasındır. Levent bahsini ilk
duyduğu andan itibaren kulakları dikilmiş şekilde dolaşan Aydın, Nihal’le
Levent arasındaki olası ilişkiye bir açıklık getirmeye çalışır. İstanbul kökenli
“aydınımızın”, “taşraya” attığı ilk golün ardından diğeri “yardım” konusuyla
ilgili olarak gelir. İçkisinden yudumlar alırken Levent’i alt etmeye çalışır.
Levent, “Nihal Hanım’la çalışmaktan memnundur, bu hayır işlerini birlikte
uyumlu bir şekilde yürütüyorlardır, o nedenle buralardan hiç ayrılmak
istemiyordur; öğretmenlik işte, başka bir yere atanabilir, giderse çok
üzülecektir, alışmıştır buralara; dahası Nihal Hanım’la çalışmak bulunmaz bir
nimettir”. Aydın’ın ağzında geveleyerek lütfettiği karşılık aslında herkesin bu
işleri yapabileceği yolundadır. O olmazsa başka biri bulunur elbet.
Aldıkları fazla alkolden dolayı artık ne söylediklerini ne dinlediklerini
bilemez hale gelen üç insan konumundadırlar. Levent ahlaktan, vicdandan
bahsederken Aydın çok sık kullanmadığı alkolün etkisiyle gevşemiş, dinleme
moduna geçmiştir. Süavi ise sızmak üzere olduğu koltukta önce Levent’e sonra
Aydın’a sürekli hak verir pozisyondadır. Aydın, Levent’in konuşmalarından
irrite olduğu bir cümleyi cımbızlar ve tartışma başlar. Önce Levent sonra Aydın
Dostoyevski ve Shakespeare cümleleriyle tokatlaşırlar. Levent uyumaya
gider, A(a)ydın kusar.
Bu sırada Nihal, Aydın’ın “isimsiz bağışçı” olarak verdiği külliyatlı parayı
Hamdi Hoca ve İsmail’in yaşadığı eve götürmeye karar vermiştir.
87
İsmail-İlyas-Hamdi Hoca-Nihal
Hamdi Hoca karakteri için, Nietzsche’nin “Daha üstün insanla senli benli
olmak çileden çıkarıcıdır çünkü karşılığı alınamaz” deyişini hatırlamak yerinde
olur.
Günümüz Türkiyesi'nin sosyo-politik durumu açısından alt kültür analizine
olanak tanıyan “kiracılar”, doğup büyüdükleri coğrafyada dışlanmış, itilmiş,
kıyıda kalmış mağaramsı bir evde, kirasını ödeyemedikleri için mal sahibiyle,
icrayla başları derde girmiş, kısacası içine doğdukları topraklardan dışlanma ve
tehdit edilme yüzünden öf ke büyütmüşlerdir. İsmail ve Hamdi, Habil ve
Kabil’in günümüze uyarlanmış hali gibidir. Birinin bozduğunu diğeri onarmaya
çalışır. Biri işsiz ve alkolik, diğeri din adamıdır.
Tıpkı evlerinin önünde, çürümeye yüz tutmuş araba, çöplüğü andıran ve
birbiriyle bağlantısız eşyaların derme çatma bir şekilde yığıldığı görüntü gibidir
hayatları da. Aydın’ın bakış açısından “adalet mülkün temeli” olabilir ama
İsmail madenden atılmış, hapse girmiş ve para kazanamayan biri olarak kendi
mahallinde sığıntı gibi yaşamaktadır. Bu duruşla hareket eder, umulmadık ve
beklenmedik refleksler verir; araba camının diyeti için İlyas’a tokat atmakla
kalmaz, evinin camını kırıp kendi elini de kanatır. Filmin finaline doğru
Nihal’le gerçekleşen karşılaşmada da yaptığı gibi gözünü budaktan sakınmayan
bir karakter olduğuna dair ilk ipuçları böylece verilmiş olur. Direnmek, karşı
koymak ya da kendi içinde devrim yapmak kansız gerçekleşmemektedir.
Arabulucu konumundaki din adamı Hamdi Hoca, taraflar arasındaki uzlaşma
mevzusunu bir hayli abartır. Gereksiz tavizler vererek insanların nezdinde
saygı duyulan din adamı konumuna halel getirip, sonunda Aydın’ın
“Türkiye’deki din adamlarının sefaleti” üzerine yazı yazmasına neden olacak
kadar mercek altına alınan bir karakter haline gelir. İsmail’deki gururlu
duruşun aksine, Hamdi Hoca gururunu pas pas edecek kadar sınırları zorlar.
İlyas’ın işlediği suçu affetmesi için zorla Aydın’ın yakasına yapışan Hamdi
Hoca’nın gurursuzluk konumu, en çok da Aydın’ın mekânındayken giymesi
için ayağına getirilen kadın terlikleriyle kara mizahi bir anlam ve bütünlük
kazanır. Camı kırdığı için zorla el öptürmeye ve af dilemeye getirdiği İlyas;
88
suskun, dik bakışlı, öfkelidir fakat kimsenin elini öpmeye de niyeti yoktur. Bir
türlü baş edemediği bu öfke sonucunda bayılır.
Yoksul, yoksun, işsiz, öfkeli ve öteki ailelerden gelen çoğu gencin polislik
mesleğini tercih etmeleri gibi İlyas da ne mühendis ne doktor olmak ister.
Nihal’in sorusuna karşılık zoraki bir yanıtla “polis” olacağını söyler.
Filmin en çarpıcı bölümünün Nihal ve İsmail karşılaşması olduğunu
söyleyebiliriz. Bu noktada tam yerini bulan “cehennem iyi niyet taşlarıyla
döşenmiştir” lafzını, Nihal’in pratiğinde görmüş oluruz. Bu pratik, Aydın’ın
onu ezip küle dönüştüren sekansın ardından külli bir miktarı Nihal’in
yardımsever kolektifine aktarması, bir bakıma Nihal’in de zaten kendisine ait
olmayan bu parayı sorun çözmek, iyilik yapmak ve böylece kendi iktidarını
biraz daha merkeze almak adına kiracıların evine gitmeye karar vermesiyle
başlar. Görünürde durum naif anlamda iyiliksever, hümanist bir davranış
biçimidir. Bu noktada psikolojik gerilim, o ailenin her bir kuruşa ne denli
muhtaç olduğu, yaşanmadan anlaşılamayan yoksulluğun farklı açılardan
vurgulanmasıyla tırmandırılır.
Nihal öngörüsüz, naif bir iyilik yapma kötülüğünün peşine düşmüştür.
Öncesinde Hamit Hoca’dan dinlediği İsmail’in hapse girme nedeni, Bir
Zamanlar Anadolu’da filminde doğrudan bir aşk/ilişki yaşayıp cinayete
neden olan zanlı ve öldürülen adamın karısının arasındaki ilişki gibidir.
Dosdoğru yaşanmış ve İsmail karısına tebelleş olan bir adamı bıçaklamıştır.
Nihal’in, Aydın’la olan kekeme ilişkisi belki de hiç bu kadar tutkulu olmamıştır
ya da Aydın hiçbir zaman birini bıçaklayacak kadar Nihal’i kıskanmamıştır.
Tam da o anda, büyük olasılıkla İsmail’i gözünde farklı bir yere
konumlandırırken, İsmail (her zaman olduğu gibi) alkollü bir şekilde evine
gelir. Nihal yardım etmek istemektedir. İsmail sorar: “Sebep?”
Para birtakım miktarlara ayrılarak bedelleri hatırlatılır, en sonunda az bir
miktar “kendinden düşkün insanlara sadaka dağıtan Nihal Hanımefendi”ye
ayrılır ve tümü birden yanmakta olan ocağın ateşine terkedilir.
89
Sonuç Yerine
Ya da A(a)ydın Dairesini Tamamlar…
A(a)ydın’ın dönüp dolaşıp geleceği yer kürkçü dükkânı
(kış uykusunu
sürdüreceği mağaramsı malikâne) olur. Joseph Campbell
“Kahramanın
Sonsuz Yolculuğu”nda, kahramanın yola çıkışı, bir engelle karşılaşması,
düzmece kahramanı alt etmesi, büyülü nesneye ulaşması ve engeli
aşarak/düşmanı mağlup ederek zaferle evine dönüşünden bahseder. Tabii ki
Ceylan’ın filminde böylesi klişeleşmiş bir anlatı yoktur, klişelerin sürekli kırılıp
parçalandığı ama yine bu klişeleri çağrıştıran imgeler söz konusudur.
Kahraman eve bir zaferle döndüğü takdirde bir isim sahibi olabilir. Aydın da
birlikte ava çıktıkları Süavi ve Levent’ten bağımsız olarak hayatında ilk kez bir
hayvan vurur, vurduğu hayvanı tedirginlikle eline alır. Erkekliğini
kanıtlamanın, artık bir isim sahibi olmanın verdiği, içinden geçen konuşmalara
tezat kırık dökük bir kıvançla evinin yolunu tutar. Bu ne tam bir çözülme ne
tam bir belirsizliktir. Nihal onu pencerenin ardından o eski bakışlarıyla
karşılar. Anlaşılan o ki A(a)ydın, varlık nedenini borçlu olduğu mülkiyeti,
karısı ve bir türlü başlayamadığı “Türk Tiyatrosu Tarihi” için iktidarını bundan
sonra parça buçuk sürdüreceği mağarasına kış uykusu için geri dönmüştür.
Ceylan’ınn son filmi Kış Uykusu, süresi, uzun uzadıya süren diyalogları,
mizanseni ve bu kez taşranın içinde bir aydın ekseninden gelişen hikâyesiyle,
işlenmesi çok da kolay olmayan bir işin üstesinden geldiği yolunda
değerlendirilmekle birlikte; kimi noktalarda yerine oturmamış ve kolaycılığa
kaçılmış filmsel imge yaratımından söz etmek yerinde olacaktır. Örneğin Bir
Zamanlar Anadolu’da neredeyse hiçbir açıklığa ve soru işaretine yer
bırakmayan, derinlemesine analize olanak tanıyan imge tasarımıyla akılda
kalırken, Kış Uykusu için aynısını söylemek biraz güçleşmektedir. Bu
bakımdan Ceylan’ın bazı durumları yaratma ve aktarma konusunda tekrara
düştüğü ve filmsel imgenin gücünden kaybettiği söylenebilir. Mizansen
yaratma ve psikolojik atmosferi oluşturmada ışık, açı, diyalog aktarımı önceki
filmlerinden de edindiğimiz görsel estetik konusunda olumsuzluk arz etmez.
Hâsılı, Altın Palmiye almış bir filmde bile birtakım tekrarlara düşülmesi
90
yönetmenin bundan sonraki adımda nasıl bir yol haritası takip edeceği
hakkında merak uyandırmaktadır. Karakterlerin ve ilişkilerin kendi çevreninde
oluşturduğu katmanlı yapının, filmin felsefi zeminini besleyerek yeni
okumalara, alt metinlere olanak verdiğini de ayrıca belirtmekte yarar var.
91