KISA FİLM
SINIRLANMIŞ UZAM: BELA TARR, PROLOG
Yvette Biro
Çeviren: Seda Usubütün
Unspoken Journal 2009, Sayı 10
Bela Tarr, zamana hapsolmuş bir adam olarak adlandırılır. Aşılmaz zaman,
bir kez sınırlanmış ve artık sırrına erişilemez zaman; onun kendi ufkunu
tanımlamak için incelikle seçtiği boyut budur. Bu boyutta yaşayan insanlar
başka zamanların gölgeleri olabilirler ama aynı zamanda güçlü bir biçimde
çağdaştırlar. Bu erkekler ve kadınlar, sıradan gündelik hayatlarını yaşıyor
olmalarına karşın her anı iliklerinde hissederler; dünya üzerindeki varlıkları
her nasılsa, inkar edilemez kadere mahkumdur. Ne yaparlarsa yapsınlar veya
başlarına ne gelirse gelsin, onlar cansızdırlar. Bu boyut onların hapishanesi ise
eğer, duvarların veya parmaklıkların nerede olduğunu da göremezsiniz. Aksine
sınırsızdır, sonsuzdur ve dört bir yanı benzer özelliktedir.
Bu bakış açısı bizi başka bir kavrama götürür: uzam. Eğer bu insanların
zaman deneyimi ve tabii bizimki de bu kadar yoğun, hacimli, yavaş
deviniminde birden fazla katmanlı ise, bu yaklaşım belli bir uzam duyumu ile
birlikte gider. Tarr’ın filmlerinde uzam her zaman kederli, az sayıda ancak
yinelenerek ortaya çıkan güçsüz nesnelerden oluşur: uzaklarda yıkık dökük
evler, çıplak ağaçlar, gerekli donanımıyla aşırı mütevazi bir mutfak, kulede dar
bir çalışma odası, havasız, boğucu konaklama yerleri ve verimsiz ıslak
topraklarda tek başına dolanan hayvanlar… Tüm manzaralar aynı duyguyu
yayar, kimsesiz boş araziler, dillendirilmeyen bir tehlike ile bu hale gelmiştir;
daha sonra açığa çıkacak gizli bir tehdit ile.
SEKANS Sinema Kültürü Dergisi
Mart 2016 | Sayı e1 : 131-135
Sanatçının kendisi de gizemli bir insandır. Ketum, gergin, ister ciddi ister
karamsar olsun, uzlaşmaz tavrı dillere destandır. Tartışmalara her zaman derin
bir ciddiyetle müdahil olur.
“Jusqu’au boutisme” (en acısından aşırı yoğunluk)
hissi yaratır. Ödün vermez, boyun eğmez ama inatçı da değildir. Bir tür
farklılaştırma, bir değişiklik yapılabileceğine ikna olursa, bu yeni düşünceyi
izlemeye, farklı çözüme yönelmeye hazırdır.
Hakiki doğaya, çevreleyen dünyanın duyumsal gücüne takıntılı biçimde
odaklanması sayesinde biricik içeriği bir arada tutan şey dokudur. Yaratılan
uzam son çivisine kadar, nesnelerin şekli ve yerleştirmesine, ışık ve gölge ile
aydınlatılması veya kuşatılmasına kadar öylesine dakik inşa edilmiştir ki- her
daim içimizi titreten gizemli bir ton hüküm sürer. Yapaylık ve teatrallik
tamamen dışlanmış olsa da hiçbir şey “doğal” değildir. Her detay, fiziksel etkisi
sayesinde nefes kesici ruh haline katkı yapmaktadır.
Geniş, terk edilmiş yerler ve aşırı kalabalık alanlar birbirini izleyen imgeleri
tamamlar veya dönüştürür. Her ikisi de bize aynı şeyi söyler: yalnızlık ve terk
edilmişlik, hüzünlü bir armonikanın neredeyse monoton müziği ile yorulmak
bilmez bir şekilde vurgulanarak bizlere seslenmektedir.
Gelin, Tarr’ın yönettiği, NY Film Festivali’nin açılışı için ısmarlanan, ne yazık
ki neredeyse hiç bilinmeyen, oldukça kısa, 5 dakikalık filmi Prolog’u (2004)
anımsayalım. Bu siyah beyaz film, elbette kesintisiz tek bir çekimden
oluşmakta, açıkça yoksul ve yoksun, muhtaç ama onurlu sayısız genç ve yaşlı
adamı ve birkaç kadını bir arada göstermektedir. Bizim göremediğimiz bir şeye
doğru bir kuyrukta yavaşça ilerlemektedirler. Her şey, görünmeyenin hatırı
sayılır önemde olduğunun habercisidir.
132
133
Varsayılan vaade doğru rahatsız edilmeden, ısrarla ilerledikçe adımları daha
da sabırlı ve kararlı hale gelir, merakımız daha da artar. Feci bir şeyler olmasını
beklemeye hazırlanmışızdır ancak büyük sürpriz tam tersidir: korkunç bir
skandal yoktur ortada. Ne bir şiddet, ne de öfke veya hiddet patlaması olur,
tam tersine: ulaştığımız, nazik bir genç kadının bekleyenlere bir dilim ekmek
ve bir bardak süt dağıttığı ufak, yarı açık bir penceredir. Biri diğerinin peşi sıra.
On üç kez.
Ani dönüm noktası ne kadar övülse azdır. Şaşırtıcı bir doruk noktasıdır ve
tam da bu “şevk kırıcı” özelliği nedeniyle bu denli sersemletici bir etki
yaratmaktadır. Bir patlamayı, kaba bir yıkımın izlemiyor oluşu gerçeği- daha
önceki Karanlık Armoniler’de gördüğümüz gibi, kızgın ve güçsüz insanların
öfke içinde, tüyler ürpertici ve akıldışı bir şekilde hastane koğuşlarındaki
mobilyaları parçalara ayırdığı, zalimliklerini insanlardan da esirgemedikleri
zaman olduğunun aksine- çıkış yolunu daha az etkileyici yapmamaktadır.
İnsanların yalnızca bir parça ekmek ve süt için inanılmaz derecede uzun bir
süre beklemeye zorlandığı gerçeğini anlamak durumunda kaldığı zamanki
izleyici deneyimi gerçekten şok edicidir. Kapanış sahnesinin sembolik gücünü
vurgulamaya gerek bile kalmaz. Ekmek ve süt bizim gündelik yaşam
desteğimizdir.
Uzun çekim inanılmaz bir yavaşlıkta gerçekleşir, sonu gelmeyen kuyruğu
izleriz; sessizce, özel ifadeler taşıyan yüzlere dikkat ederek, onların
benzersizliğini, kişisel özelliklerini- farklı yaş, sosyal ve etnik özellikleri olan
yüzlerini. Yine de onları bir araya getiren mükemmel benzerliklerine dair bir
his, güçlü bir etki yaratır. Adı konmamış hedef, beklenti çevresinde oluşan aura
durumun ağırlığına tam anlamıyla katkı sağlar - sabırla-sabırsızlıkla çözümün,
o bilinmeyen “son”’un, açığa çıkmasını bekleriz.
Tarr’ın hicviyesi, güçlü mesajını nihayetinde her bir anı dolduran tek bir
metaforda taşır. Bu kadar disiplinli, sakin enerji -ne için? diye sorabiliriz. Ne
için? Zavallı bir hiç için.
Yalnızca
“bedel” böylesine basitlik ve acıyla vurgulanmamış, kısa filmin
tamamı ve belirsiz bırakılan algımızın ağır akan süresi de aynı basitlikle
çerçevelenmiştir. İzleyen kamera, gözlerimiz önünde kayan ve hemen hiçbir
134
yüz ifadesi veya jest sunmayan kadın ve erkeklerin yarım profilden fazlasını
görmemize izin vermez. Ancak fazlasıyla indirgenmiş bu tasarım, kameranın
yavaş ve hipnotik hareketiyle etkili bir şekilde güçlendirilmiştir. Kamera bir
yandan insanların başlarına hafifçe değecek derecede yakın dururken, diğer
yandan hiç kesilmeyen eşliği, yürüyüşe büyük bir önem atfeden, gayretli ve
yılmaz bir özellik taşır. Her karaktere odaklanabilmemiz noktasında fazlasıyla
sınırlandırılırız ve onların görünmez kaderleri hakkında daha derin bir sezgi
geliştiririz. Dahası, hipnotize olmuş bakışımız gittikçe değişen arka planı
gözlemlemeyi ihmal eder: tuğla duvar, bir köşe ve en sonda pencere çerçevesi
ancak geriye dönük bir dikkatle görülebilecektir. Dikkatin yoğunluğu sahnenin
nihai gücünü askıda tutar ve sonrasında da herhangi bir doyurucu açıklama
gelmeyecektir. Aksine suskunluk, artan bir gerilim yaratır. Derin bir sessizlik
hüküm sürer.
Bununla beraber, bu yalın-şiirsel cümlede bir diğer önemli bileşen, daha
duygu dolu ve incelikli bir rol oynamaktadır: müzik. Yönetmenin daimi ve
sadık bestecisi Mihaly Vigh, birkaç hoş tını ile karakteristik ve bilindik tarzını
katmıştır filme. Ambiyansı fevkalade melankolik ve hafiftir, işaret edilen bir
karanlık veya vurgulanmış bir üzüntü, bir acı içermez- uzaklardaki yoksul ülke
hanlarına ait bir atmosfer uyandıran, yorucu düzeyde yineleyen, hep aynı
melodi, yeniden ve yeniden çembalo (pour zymbalon) ve armonika ile icra
edilir.
Hiç kuşkusuz mekan, hareket ve müziğin ritmi birbiri içine geçer. Hepsi eşit
oranda çok katmanlı dokuyu zenginleştirir, küçük öyküyü büyütür.
Beş dakika ve kutsala sövme niyeti olmaksızın, bu filmi tüm gece süren (7
saat) şaheserin -Satantango- seviyesine yerleştirmek hakkımızdır.
135