DOSYA: SİNEMA ve ARKEOLOJİ
GEÇMİŞ GEÇMEMİŞ BİLE:
ARKEOLOJİ FİLMİ KURGU DENEYİMLERİM
Thomas Balkenhol
Kurguladığım en kötü film bir arkeoloji filmidir. Alman ZDF kanalı için
çekilen Lykien - Land der Leto, Likya hakkında yapılan televizyon belgesel
filmi. Kötü olması, filmin tamamen bir “uzman” tarafından hazırlanan metne
göre kurgulanması. Söz konusu olan, televizyonda; evde yazılmış ve resme
birebir uyumlu, stüdyoda "okunmuş" metne olan sarsılmaz inançtır.
Kurgucunun işi, mümkün olduğu kadar metne uygun görüntü bulmak ya da
görüntülere uygun metinler döşemektir ki söz ve görüntü arasındaki makas
kapansın. Ben başta her filmi sessiz film olarak kurgulamaya çalışırım (TV
SEKANS Sinema Kültürü Dergisi
Mart 2016 | Sayı e1 : 174-187
filmleri çok zor bir ödev). Kurgu tarzım genelde, mümkün olduğu kadar bütün
bilgileri doğrudan insanlardan, canlı konuşmalardan almak üzerine kurulu.
Arkeoloji filmleri uzman yorumuyla dönemin edebi ve tarihi eserlerinden
parçalar içerir. Bunda eksik bilgi ve anlaşılmaz bir şey varsa metne
başvururum. Bu yöntem salt metinle kurgulanan bir filme göre tabii ki daha
fazla zaman ve emek ister. Zaman paradır. Zaman ve para ise televizyonda
kısıtlıdır. Pek çok redaktör, gazetecilik eğitiminden ya da
-tam tersini
kanıtlayan ampirik araştırmalara rağmen- hala akademik "sözlü ders"
geleneğinden geldiği için ana makaleyi en son yan cümleciğine kadar esas alan
bir anlayışla film yaptırıyor. Ve metin genelde ancak kurgunun son aşamasında
hatta resimlerin kesimi tamamlandıktan sonra ortaya çıktığından, söz ile resmi
birbirinden ayıran bir makas açılıyor. Bernhard Wember’in televizyon
haberlerinin etkisi hakkındaki araştırmaları; bir haber ile ilgili seyircide
kalanın metin cümleleri değil, görsellik ve duygu olduğunu ispatladı.1 Ben
yönetmenlerimin metinler”ini bazen vahşice kısaltırım ve metinsiz filmler için
mücadele ederim. Eski bir Türk atasözü "Görünen köy kılavuz istemez" der.
Eğer görüntüler açık ve orijinal sesler güçlüyse metne gerek yoktur. Televizyon
redaktörleri ön yargılarından ötürü seyircinin seçimleri ve izleme alışkanlıkları
konusunda paket tur prensibi uyguluyorlar: Seyirciyi tek başına harabelerin
arasında dolaşmaya yollayamazsınız, rehbere ihtiyaçları vardır. Rehber gruba
aceleyle mekanı dolaştırır, işaret parmağı ya da şemsiyesiyle görülecek şeyleri
işaret eder, durmadan konuşur ve bu sırada hoparlörden bir alışveriş merkezi
müziği çalar. Kendi gözlemleriniz ve keşifleriniz için, hatta yerli insanlarla
rastlaşmanız için zaman kalmaz. Metin olmadan bir dakika bile geçmez.
Bahsettiğim ZDF filminin metninde şöyle cümleler vardı: "Anadolu’nun ana
tanrıçası Kibele hayatın koruyucusudur. Likya devleti ve toplumu anaerkil bir
topluluktur. Anaerkil geleneği yaşlı Kibele’den genç Leto’ya geçmiş…” Bu
cümleler hangi görüntüler ile anlatılabilir? Filmde bu sözler, tarlada çalışan,
saçta ekmek hazırlayan bugünkü Türk teyzelerinin görüntüleri üzerine
döşendi. En kötüsü de gösterilen ama konuşturulmayan insanlar adına yapılan
yorumlar. Sözünü ettiğim filmde Kekova’da yaşayan bir balıkçı da gösterildi.
1 Bernhard Wember, Wie informiert das Fernsehen?, München 1976.
175
"Yaşlı balıkçı Ahmet'in batık bir liman umurunda değil. Bu gelip geçen yabancı
turistlerin hoşlanacağı bir şey..." Bu sözlerde Ahmet sessizce kameraya bakar ve
susar. Kimse ona bir ülkenin kültürel zenginlikleriyle ilgili ne düşündüğünü
sormamıştır. Bunun gereği de yoktur çünkü
“Big Brother” Ahmet'in
düşüncelerini okuyor, ondan daha iyi biliyor ve daha düzgün de ifade
edebiliyor.
Benim metin konusundaki tepkim; hepimizin aşina olduğu, birbirine benzer
seslerle, bir tiyatro oyununun tipik duraklamaları ve tonlamalarıyla stüdyoda
okunan klasik televizyon metinleridir. Bunun okunmuş ve sunuluyor olduğu
hemen anlaşılır. Göğüsten gelen kalın etkileyici ses de beni rahatsız ediyor
(Türk belgesel metinlerinde “en”ler fazlaca kullanılır: “en eski...”, “en güzel”, “en
büyük...”). Duyduğunuzda hemen şüpheye kapılıyorsunuz: Acaba doğru mu
bu? Böyle olduğunu nereden biliyor? Hangi hakla bunu iddia ediyor? Böyle
kendi tarafından dünyayı anlatan, olayları ve insanları yargılayan bu sesin ve
metnin sahibi de kim? Beni rahatsız eden hatasız tanrının sesidir. Anonim
olarak kalır, nesnel bilgiyi yansıtır, kaynakları saydam değildir, canı istediği
gibi manipüle eder ve ön yargılar aşılar. Bilimsel bir makalede kaynakça ve
dipnotlar bulunur. Metin ise genelde anonim kalır.
176
Eğer metin kendini gösteren bir insanın öznel yorumuna dönüşürse, iş
değişir. Christoph Boekel'in Glimpses of Hell (Blicke in die Hölle, 1999)
adlı askeri mimari savunma sistemleri tarihine ilişkin deneme filminde;
Vauban tarzı surlarla çevrili Le Quenois kasabasının okul öğretmeni
Debrabant kendi öznelliğinin arkasında durup şöyle konuştu: "Ben Le
Quenois'nın tahkimleriyle savaşa karşı bir tutku beslediğim için ilgilenmedim.
Ben militarist değilim. Ama savunma tesislerinin o zamanki toplumun bir
yansıması olduğunu düşünüyorum. Bunlar tarihin bütününden bağımsız
görülemeyecek fenomenler. Biraz merakla şu soru sorulabilir: İnsanlar ne
düşünüyorlar? Neden eylemde bulunuyorlar? Teker teker nasıl eylemde
bulunuyorlar ve nasıl kolektif olarak yönlendiriliyorlar? Önemli olan insanların
nesiller boyunca süren şiddet sürecinde biriktirdikleri deneyimler." Böyle bir
metni seve seve filmde kullanırım çünkü özneldir. İster inan ister inanma ama
bu kasabada böyle bir insanın böyle bir yorumu olduğunu kabul etmek
zorundasın. Bu filmde Alman ve Fransız halklarının tarihe ve savaşa bakışında
ilginç bir fark ortaya çıktı ki arkeoloji film yönetmenlerinde de var. Filmdeki
eski Alman askeri veya uzman çok titiz ve somut bir şekilde savunma
sistemlerinin ayrıntılarını anlatıyor ama ötesine geçemiyor. Filmdeki Fransızlar
bir noktada felsefi bir düşünceye varıyorlar. Öğretmen Debrabant “savunma
tesislerini o zamanki toplumun bir yansıması” olarak görüyor ve insanlığın
saldırma ve savunma yarışından bahsediyor. Filmin başka bir yerinde I.Dünya
Savaşı'nda tamamen yok olan Fleury-Douaumont köyünün alanı gösteriliyor.
Oranın “muhtarı” artık hiçbir iz kalmayan alanı gösteriyor, o savaşın vahşiliğini
anlatıyor ve sonunda
“İnsanlar tamamen delidir. Birbirlerini öldürüyorlar.
Dinozor gibi yok olacaklar!” diyor. Sözleri savaşın dehşetini göz önüne
çıkartmaya çalışıyor, ancak sonunda
“incommunicable”, anlatılamaz, hayal
edilemez diyor. Görünen küçük bir orman ve yer yer “Okul”, “Belediye”, “Çiftlik”
tabelaları. “Görünen köy” yok. Bu nasıl bir filme aktarılır. Görünene anlam
vermekle ve görünmeyeni seyirciye hayal ettirmekle.
II. Dünya Savaşı'nın en önemli tank savaşlarının yapıldığı Kursk meydanında
bugün geriye kalan boş bir düzlük sadece. Bu olay hakkındaki Erinnerungen
an das İnferno (Felaketin Anıları, 1992) filminde boş tarlanın 180 derece
177
panlı bir görünümü var. Yer çok önemli bir yer: Kursk tank çatışması
Almanların geri çekilme ve dönüm noktasıdır. Ama görünen sadece bir tarla,
üstünde yer alan olaylardan hiçbir şey görünmez. Bu boş alana anlam
yüklemek gerek. Kursk tarlası görüntüleri üzerine bir askerin kabus anını
aktaran bir dış ses döşedik - “rüyalarımda hep bu tarlayı görüyorum...kendimi
birden çok yalnız hissettim ve eve dönmek istedim...”. Böylece bu boş tarla
birden anlam kazanıyor ve görülmeye değer oluyor.
Arkeolojik ören yerlerinde görünen ne var? Bir taş yığının ne anlamı var ki?
Egon Friedell'in Kulturgeschichte Griechenlands
(Antik Yunan’ın Kültür
Tarihi) adlı kitabında2 antik kültürü anlatırken şöyle bir çıkış noktası var:
Bakışlarımızı zamanın ve mekânın neresinde gezdirirsek gezdirelim,
insanlık tarihinin daima belirli, kendine özgü dekora sahip bir sahnede
oynandığını görürüz ki, elbette sırf bu yüzden dekor dramın kendisidir
diyemeyiz. Yoksa bu maddeci görüş, asıl işin dekor olduğunu ileri süren
bazı tiyatrocuların bakış açışı kadar dardır. Çevre yalnızca bir dekordur:
Ama her yönetmen, dekorun oynadığı rolün çoğunlukla ne kadar önemli
ve vazgeçilmez, hatta ve hatta mukadder olabildiğini söyleyebilir. Keza,
gerçek dram oyuncusu, sahne dekorunun işin mahiyetini anlatmakta
yetersiz kalan "dekorasyon" kavramından çok daha fazlasını içerdiğini,
işin içine ses, renk ve esrarlı bir hava katarak ruhun- hezeyanlarına eşlik
ettiğini ve oyunda sessiz kişi olarak daima yer aldığını bilir.
Friedell “kulis”i anlatırken çok somut durumları anlatıyor: iklim ve coğrafya.
Berrak bir Ege ışığı ve iklim yüzünden günü açık havada geçirebilmek hayata
nasıl bir etki yapmış; denizin okyanus değil, adalarla dolu bir deniz olduğunu;
yörede yetişen bitki, sebze ve meyvelerin nasıl bir yemek kültürü; toprak ve taş
yapısının hangi yöresel mimariyi yarattığını anlatmaya çalıştı. Bütün bunlar
pek değişmedi. İklim aynı, bitki aynı, dağlar ve denizler aynı. Antik çağı
filmlerde canlandırmak istersek, “kulis”i aynı şekilde gösterebiliriz. Hatta o
toprakta yaşayan insanlar da pek değişmemiş. Bir çoban her zaman çobandır.
Dolayısıyla bugün o toprakta yaşayan insanları göstersek ve konuştursak, bin
seneler öncesinde aynı toprakta yaşayanları da göstermiş oluyoruz.
2 Egon Friedell, Kulturgeschichte Griechenlands, dtv, München 1981, Türkçesi: Antik
Yunan’ın Kültür Tarihi, Dost 1999
178
Birileri diyebilir ki: Türklerin eski Helen halkıyla ne alakası var? Ankara
Büyükşehir Belediye Başkanı, Ankara'nın simgesi Hitit Güneşini Minareci
Müzik Şirketi simgesine dönüştürdüğünde diyor ki:
Hititler Müslüman değildi, üstelik ben onları atalarımız olarak
görmüyorum. Ben Osmanlı'dan ve Selçukludan gelmeyim, işte o kadar,
daha eskisi bizim değildir. Biz Türk tarihini 1071'den sonra kabul ediyoruz.
Dünyadaki hiçbir millet, egemen olduğu topraklardaki eski uygarlıkları
kendine simge seçmez. Bunun ırkçılıkla bir ilgisi yok. Biz egemen
olduğumuz topraklara kendi simgemizi yerleştirmek istiyoruz.
Bülent Ecevit, Büyükşehir Belediye Başkanı'na şu bilgileri vermiş:
Malazgirt Savaşı'yla, Anadolu'da Türk egemenliğini kuran Selçuklular;
Hititlerin, Asurluların, Yunanlıların, Romalıların, Bizanslıların ve daha
nicelerinin bu topraklardaki kültür ve sanat birikimini özümsediler. Çin,
Hitit, Fars ve Arap kaynaklarının da katkısıyla zenginleşen kendi
kültürlerini ve sanatlarını Anadolu'nun o engin birikimine karıp yeni
sentezlere ulaştılar: Anadolu'nun halkıyla da, uygarlıklarıyla da
kaynaşarak bu toprakların geçmişi ile geleceğini bütünleştirdiler.
Ve Melih Cevdet Anday Cumhuriyet’in tarihe ve arkeolojiye bakışını şöyle
ifade ediyor.
1453 Fethini kutlamakla İstanbul'a yabancı olduğumuz izlenimini
uyandırıyoruz dünya kamuoyunda; "Biz buraya dışardan geldik" diyoruz.
Oysa biz Asyalı değiliz, soyumuz sopumuz buralı. Biz Hitit'ten bu yana
sürmüş olan bir karışımın ortaya çıkardığı bir halkız. Bu insanların o
zaman burada oturmakta olan halkları kılıçtan geçirdiklerine ilişkin ne bir
belge, ne de bir söylenti vardır. Gelen buradaki ile karışmıştır, işte hepsi
bu. Tarihimiz bu yurdu benimsemekle başlar. Başka bir yerden gelmiş
olmanın hiç önemi yoktur. Herkes bir yere bir yerden gelmiştir.3
Ve Gündüz Vassaf bu konu hakkında şöyle diyor:
DNA araştırmaları bugün Anadolu nüfusunun en çok % 30'unun Orta
Asya kökenli olduğunu gösteriyor. Her ne kadar milli tarih bilincimiz,
hepimizi birleştirdiği söylenen Türk kanına dayandırılsa da, Türklerin
3 M. C. Anday, Felsefesiz Yaşamak, Adam, İstanbul 2003, s.324-25
179
Tarihi kitabında Jean-Paul Roux, "Türklerin damarlarında eski Türk
kanından, elmacık kemiklerini çıkık ve gözlerini çekik yapan o kandan
daha çok yabancı, Moğol, Çinli, Yunanlı, Kafkas, Rus, Afrikalı kanı
akmaktadır" der. Bence gene de eksik bir liste. Sanki hiç "kız alınıp
verilmemiş gibi" bin küsur yıl bir arada yaşadığımız Yahudilerin,
Ermenilerin, Kürtlerin adı geçmiyor.4
Arkeolojik alanlarla uğraşan arkeologlar ile arkeoloji film yönetmenlerine
belli bir ilgi, ilişki ve etik gereklidir. Politikacıların geçmiş imparatorluklara
duyulan ilgisi tabii ki “hasta adam” Osmanlı İmparatorluğu değil,
“Muhteşem
Yüzyıl”dır
- harem entrikaları hariç. Gurur duymak, kendi kendini
pohpohlamak ve “en büyük biziz, başka büyük yok” duygularından halkı
galeyana getirmektir. Bu tabii ki pek bilimsel bir tavır değil.
Kütüphanemdeki en eski kitapta (1833), Rollis’ten tarih şovenizmine karşı
bir metin var: “Tarih olmazsa bir çağın ve tek bir ülkenin dar sınırları içinde
kalırdık, kısıtlı bilgilerimiz ve kendi düşüncelerimize hapsedilirdik hep çocuk
evrenin geri kalanına yabancı kalırdık
, bizden önce gelenlerden ve bizi
çevreleyenlerden hiç haberimiz olamazdı. En uzun hayatımız ne kadar senedir
ki? Dolaşabildiğimiz ülkeler, seyahat edebildiğimiz yerler; dünyanın
oluşumundan beri, evrene ve çağlara göre küçücük bir noktadan başka bir şey
değil midir?”* Arkeoloji ve arkeoloji filmleri şu mesajı veriyor: Bugünkü durum
çok kısa bir olay. Anadolu’nun tüm tarihine bakarsanız uf kunuz açılıyor.
Arkeoloji filmleri, milli gururu pohpohlamak yerine bu geniş uf ku yaratmalı.
Son olarak çalıştığım arkeoloji filmi Patara ilk meclisin kazı ve yeniden
inşasını anlatıyor (Ali Özkaya/Alexander Müller. Yazdığım tarihte henüz bitmedi;
bu yüzden henüz resmi bir ismi yok.). Patara’da senelerdir kum altında kalan bir
meclis binasını; önce Alman ve Türk, sonunda sadece Türk arkeolog ve
mimarlar tarafından yeniden inşa etme çalışmalarını belgeleyen bir film. Likya
birliğinin meclisinde 23 küçük şehrin temsili var, bunun altısı çok önemli, bu
altısının üçer oy hakkı var. Montesquieu bu yapıyı antik dünyanın en
mükemmeli olarak örnek almış ve ABD Likya anayasasına benzeyen bir
anayasa yapmıştır. Patara’da bir Alman Profesör (Grosche), bir Türk arkeologla
4 Gündüz Vasaf, Tarihi Yargılıyorum, Istanbul 2007
180
beraber
10 sene evvel binanın kalıntılarını kumdan çıkarmaya başlamış;
yakında tatil evi olan bir Amerikan senatörünün dikkatini çekmiş, o ABD
senatonun dikkatini Patara’ya çekmiş, onun üzerine Türk meclisi de projeyi
sahiplenmiş. Beklentisi Obama ile görkemli bir açılış ve turistler için cazip bir
mekan yaratmak. (Sonunda açılışı Obama’sız olarak, küçük çapta yapıldı ve
büyük bir turist ilgi pek görmedi.)
Ali Özkaya ve Alexander Müller’in belgeseli, hem inşaat işçilerinin, hem
arkeolog ve mimar ekibin çalışmalarını izliyor. Arkeoloji belgesellerinin bir
cazibesi, arkeologların çalışmalarına katılmak, onların adım adım arayışlarını,
bulduklarını, hayallerini ve hayal kırıklarını izlemek. Patara’da şöyle bir
problem var. Bina Likyalılar tarafından inşa edildi ve tamamen demokratik
anlayışa göre yuvarlak bir meclisti, sonra Romalılar geldiler ve İmparatora bir
taht yapıp demokratik yapıyı bozdular, sonra bir Odeon
(tiyatro) haline
getirdiler, sonra Bizanslılar binayı surların bir parçası olarak yeniden
değiştirdiler. Şimdi sorun, meclis hangi hali ile yeniden inşa edilmeli? En eski
haliyle mi, yoksa Romalıların Odeonu
(ki bugün de tiyatro olarak da
kullanılabilir) ya da Bizans’tan kalan son halinde mi bırakılmalı? Ekibin amacı:
her dönemden bir biçimde bir şey görünmeli. Bu tabii daireyi dörtgenleştirmek
gibi bir şey. Roma yapısı olarak tam inşa edersen, Likyalıların ilk biçimi
kaybolacak. Belgesel filmde bu tartışmalar belgelenir, ayrıca işçilerin bu işlerde
tarihe sahip çıkmaları ve bir şeyler öğrendikleri anlatılır. Glimpses of Hell
Fleury-Douaumont köyün muhtarı alanı gösterirken "çapa al, her kazdığın her
karış toprakta yüzlerce askerin kalıntılarını bulacaksın. Onlar huzur içinde yer
altında yatsın. Onlara gösterilebilecek en büyük saygı budur.” diyor, yani
arkeolojik kazı yapılmasın!
“Benzer bir yorumu, Selanik Müzesinde Kral
Philip’in kafatasını gösteren vitrinin önünde, Yunan ziyaretçiler tarafından
duydum: “Mezarında kalsaydı!”. Burada arkeologların ahlaki durumuna ve
arkeoloji sinemacılarına bir ödev düşüyor. Mezarları bozarak ne kadar aşağıya
kazmalı, yeniden inşa etmekle kalıntıları ne kadar bozabiliriz, yoksa başka
türlü tarihi canlandırabilir miyiz?
Patara meclis binasını ilk çıkartan Prof. Grosche’nin görüşü: mümkün
olduğu kadar son kalıntı halinde kalsın. Bütün dönemler bilgisayar
181
animasyonlarıyla gösterilir. Ona uygun bir tesis inşa etmeli. Öğrencilere ödev
olarak üç dönemin bilgisayar
3D animasyonlarını yaptırdı. Arkeoloji
belgesellerinin artık önemli bir görevi ve biçimi,
3D animasyonlarla tarihi
görüntülemektir. Çıkan animasyonlar hoş ama gerçek taşların yerini alamaz.
Nasıl Ankara Bayrampaşa Cami etrafında, Konya Mevlana etrafında,
Malatya’da, etrafında betonla Osmanlı Disney Land mahallelerinde hayat
yoksa, bu bilgisayar animasyonlarında da taşların tadı yok. Lego taşları
arasında canlı insanların meclis tartışması zor hayal edilir. Çömlek yerine
plastik çanak gibi. “Gerçek ürünlerin maden, köpük, lif, katman gibi özellikler
ile hiçbir ilgisi yok. Dönüştürülmüş bir maddedir...Ondan çıkartılan ses onu
açıklar: oyuk ve düz. Sesi gibi renkleri de bayat: sapsarı, kıpkırmızı, yemyeşil..”
(Roland Barthes)5
Ben yapsam, müzik aletlerinde kullanılan
“humanizer”le
(insani yapar:
elektronik müzikte kullanılan ve insan elinden çıkma gibi olması için özellikle
yanlış tonlar ekleyen bir alet) montaj edecektim. Bir öykü anlatmalı ki gelen
giden “okuyarak hayal ettiğim olaylar yer aldı, bir filmde gördüğüm insanlar
tam burada yaşadı” diyebilsin. Bir de seyircilerin ilgilendiği, bir şeyler
yaşayabileceği bir mekan, bir sinema olmalı ki, böyle bir yerde olmak cazip
gelsin. Turizmde “görülmeye değer” ve rehberlerde yıldız verilen yerlerin de
genellikle görünecek pek bir şeyi yoktur; Truva’da taş yığınlarından başka
görülebilecek pek bir şey yoktur; fakat tarihi olayların hayalleri ve bunların bir
tek kırık taştan hayal gücüyle canlandırılmaları, tarihe şahit olma hissi yaratma
olanağı vardır. Patara; Assos ve Karaburun gibi zaman zaman demokratların ve
demokrasi mücadele verenlerin buluşma yeri olursa, dünyanın ilk meclisini
yeniden inşa etmesi anlamlı olur
(Tabii memlekette postmodern
demokratörlük değil, canlı bir demokrasi kaldıysa eğer.).
5 Roland Barthes, Mythologies, Paris 1957. Le plastique, s.160
182
Ankara kalesinin devşirme taşlarını konu alan bir öğrenci grup filmimizde,
Konuşan Taşlar (2005) başında bir turist diyor ki : “Bu taşlar bin yıl, belki iki
bin, üç bin yıl buradadır. Onlar şahit. Savaşları, bütün iyilikleri, kötülükleri
gördüler. Taşlar şahitlerdir. Bu alanda titreşimleri hissediyorum, kültürel
titreşimler.” Öğrenciler Ankara kale sakinlerini konuşturdular. Güvercin
yetiştiren bir amca şöyle diyor:
Tarihle iç içe yaşamayı, burada yaşamayan kimse bilemez. İlk önce burada
yaşayacak, tarihten nefes çekecek, ondan sonra tarihin ne olduğunu
bilmesi lazım. Ben doğma büyüme bu mahalledenim. Bu taşların içinde
çocukluğumuz, gençliğimiz geçti, hala burada çoluk çocuk yaşamaktayız...
İnsan ister istemez hevesleniyor, biraz araştırmak istiyor... Yani buralarda
neler oldu, kimler döğüştü, kimler neler kazandı, kimler neler kaybetti.
Zaman içerisinde şöyle mantıkla düşündüm. Geçmişimize daha iyi sahip
çıkmamız gerektiği kanaatindeyım.6
6 Konuşan Taşlar, ODTÜ/GAZİ öğrencileri, GİSAM 2007
183
Öğrencilerin çıkış noktası ve sakinlerine sorulan soru: “Taşlar konuşur mu?”
Cevaplar: “Taşlar bize konuşur. Biz bunu bilmiyoruz.” Taşların bir konuşması,
birçok arkeoloji filmlerinin unuttuğu orijinal ses yazıtlar. Acaba üzerinde
yazılanları çevirsek taşları konuşturamaz mıyız? Filmde Prof. Ender
Varinlioğlu ters duran yarım bir taşın orijinal sesini şöyle anlatıyor: “Burada
Latince metinler görebiliyorsun. Yoksa kolay değil, Latince metin çıkmaz.
Sanıyorum şu haliyle bu bir lejyonla ilgili, lejyon kısaltması. “Pro praetor”
diyor. Yani lejyonda görev yapmış bir kimsenin yazmış olduğu bir yazıt,
kendisiyle ilgili... Demek büyük bir yapı var, o yapıyı koydurmuş. Kendi adını
da koydurmuş bir yerde. Yahut bir adaktır. Roma dönemi, Roma ve
imparatorluk dönemi.” Seyirci arkeologların merakını ve keşfini izlemek istiyor
ve duvarlarda yazılan “orijinal sesi” duymak istiyor.
Theodor Mommsen, Ankara Agustus tapınağının duvarındaki yazıta
“Yazıtların Kraliçesi” diyor. Yazıtta dünyada bir tek Ankara’da var olan,
imparator Agustus’un öz geçmişi. ODTÜ GİSAM derslerinde bir dönem bu
yazıtı konu aldık. Kırık dökük taş yığını göstermek yerine tarihi canlandırmada
başka bir olanak daha var: doku drama. Tarihi canlandırmayı, olanak ve
sorunları ile birlikte, bir tiyatro oyunu yazarak ve çekmekle ele aldık. Bir
tiyatro Agustus’u konu alan bir piyes hazırlıyor ve Agustus rolü oynamak
isteyen oyuncuları tek tek sahneye çağırıyor. Provada adaylar yazıtın bir
184
parçasını okuyup rol alabilecek bir oyuncu olduklarını ispatlamaya çalışıyorlar.
Rejisör, asistanı, yazar ve sanat yönetmeni adayları sorgulayıp rahatsız
ediyorlar. İlk sahnede komisyon uygun aday tipi bulmak için birçok Agustus
heykellerini inceliyor. Karadeniz burunlu, imparatordan çok Atatürk’e
benzeyen, bir İtalyan... Farklı farklı Agustuslar ortaya çıkıyor.
Demek ki herkes Agustus olabilir, tarihi canlandırma filminde her Türk
oyuncuya benzeyen bir Agustus büstü bulunur. Peki ya kadın oynamak
isterse? Metin Erksan “Kadın Hamlet” adlı bir film yaptı. “İnsan insandır”
diyor bir kadın aday. Futbol antrenörü imparator oluyorsa, bir kadın niye
olmasın? Peki kıyafet, perdelik kumaştan “Muhteşem Süleyman” dizisindeki
gibi dönem kıyafeti ile bir Romalı mı olmalı? Kot pantolonu olmaz mı? Ya da
bütün zaferleri sayan bölümü bir rap gibi söylesek olmaz mı? Örneğin (rap
tarzı)
“Mısır’ı Roma İmparatorloğu'na kattım, büyük Ermenistan’ı, kralı
Artaxes'in öldürülmesinden sonra, bir eyalet durumuna getirebilirdim...”.
Agustus’un Ankara tapınağında yazdığı özgeçmişini sahnede okurken tuhaf
bir şey ortaya çıktı: Darbe ve imparatorluk sistemini savunurken Agustus,
Kenan Evren’in 12 Eylül nutuğu ile birebir örtüşen sözler kullanmış.7 Yaptığı
Roma şehrini dönüştürme çalışmalarını anlatırken, sanki bugünkü Türkiye
politikacıları gibi konuşuyor. “Geçmiş ölü değil, geçmemiş bile.”8
Aristoteles'in bir deyişi var:
Tragedya'da ozanlar, gerçekte yaşamış insanlara bağlanırlar. Bunun
nedeni, olabilir olan'ın aynı zamanda inanılır olmasında bulunur. Gerçekte
olmamış bir şeyin olabilirliğine ise, kolay kolay inanamayız. Ama
gerçekten olan bir şeyin olabilirliği apaçık ortadadır. Çünkü olanaksız
olsaydı, gerçekte olmayacaktı.**
Belgeselin görevi sadece var olanı, yüzeyde görüneni yansıtmak değil, var
olanı iyisiyle kötüsüyle mümkün olabilecek bir olgu olarak göstermek. Bir
7 “Orduyla devleti, altında ezilmekte olduğu partinin egemenlığınden kurtararak yeniden
özgürlüge kavusturdum.”
8 "The past is never dead. It's not even past." William Faulkner, Requiem for a Nun. Çev.
Christa Wolf:
“Die Vergangenheit ist nicht tot. Sie ist nicht einmal vergangen.”
Kindheitsmuster.
185
zaman Patara’da demokratik bir meclis mümkün olabilmişse, demek ki
Anadolu topraklarında demokrasi mümkün. Türkiye'de Köy Enstitüsü gibi bir
eğitim geçmişte mümkün olabilmişse, bugünün Türkiye’sinde de
4+4+4
sisteminden daha iyi bir eğitim sistemi mümkün demektir.
Kızılderililere göre yaşadıkları yerlerin bir kısmı bir “power place”dir (kutsal
alan). Ojibwa Kızılderilileri hakkında kurgusunu yaptığım bir filmde (Get
Real or Get Lost, P. Hoffmann), “Şef ”lerden biri Bavyera’da gezdikten ve
oranın nehirle çevrili Wasserburg kenti ve çevresini gördükten sonra mesaj
olarak “Alp Dağlarına git, kim olduğunu göreceksin!” dedi. Yönetmen onlara
geldiğinde ve
“Dünya ailesine mesajınız nedir?” sorduğunda onlar: Bunu
Toronto şehrinde değil, kutsal ada Turtle Island’da doğa içinde ancak
anlatabiliriz dediler. Belgesel film şeklinde bir mesaj kurguladık. Üzerinde
antik desenleri olan bir kayanın yanında bir Kızılderili şöyle konuştu:
Ulusumuz bu topraklarda çok uzun zamandır yaşadı ve bize bugün
uygulamak için bir mesaj bıraktı. Çevrenizle uyumlu yaşayın ki
gözlerinizle güç noktaları görebilesiniz. Ormanlarda onları takip
edebilirsiniz. Orada bir mesaj var, sadece yerli insanlara değil, dünya insan
ailesine. Geçmişte olanlardan, bir de gelecek olanlardan konuşuyor. İyice
düşününce birinin kehaneti öbürünün tarihidir. Geçmişten bir şeyler
görüyorsun, gelecekten bir şey görüyorsun.***
Arkeoloji belgesellerimizde tarihin mesajını aktarsak, hiçbir şey olanaksız
olmayacak, çünkü “gerçekten olan bir şeyin olabilirliği apaçık ortadadır.”
186
* “Sans elle, renfermés dans les bornes du siècle et du pays où nous vivons, resserrés dans
le cercle étroit de nos connaissances particulières et de nos propres réflexions, nous de-
meurerions toujours dans une espèce d'enfance qui nous laisse étrangers à l'égard du reste
de l'univers, et dans une profonde ignorance de tout ce qui nous a précédés et de tout ce
qui nous environne. Qu'estce que ce petit nombre d'années qui composent la vie la plus
longue ? qu'est-ce que l'etendue du pays que nous pouvons occuper ou parcourir sur la
terre, sinon un point unperceptible a l'egard de ces vastes régions de l'univers, et de cette
longue suite de siècles qui se seul succédé les uns aux autres depuis l'origine du monde ?”
Französisches Lesebuch in drei Kursen, Aachen, Verlag der Cremerschen Buchhandlung
1833
** Aristoteles, Poetika, 5, Επί δε της τραγωδίας των γενομένων ονομάτων αντέχονται. Αίτιον
δ' oτι πιθανόν εστί το δυνατόν · τα μεν οΰν μη γενόμενα οϋπω πιστεύομεν είναι δυνατά, τα δε
γενόμενα φανερόν δτι δυνατά.
*** “My people were here living long ago, leaving a message for us to use today. And the
way I've been told that it works is that native people lived in one time so close with their
environment, that they could see these power spots with their eyes. When they looked
through the woods, they could follow it. There is a message there not just for us as native
people, but for the whole mankind. It speaks of things to come; it speaks of things that
have been. When you think about it: one man's prophecy is another man's history. You see
things from our past and you see things from our future also. You look at this rock and you
consider that so far people have found a thousand pictures and none of those pictures is
violent. There is no one animal hunting down another animal, there is not a man hunting
down an animal and doing combat with another man. The whole rock speaks of that need
how to deal with our environment and ourselves. That's the most important message."
187