50. YAŞINDA
KARANLIKTA UYANANLAR*
İlker Mutlu
Hava döndü işçiden işçiden esiyor yel
Dumanı dağıtacak yıldız-poyraz başladı
Bahar yakın demek ki mevsim böyle kışladı
Bu fırtına yarınki sütlimanlara bedel
Hava döndü işçiden, işçiden esiyor yel
Can YÜCEL, İşçi Marşı
“Üç fukara değil. Fabrikaya her türlü zararı vermekten çekinmeyecek üç
bozguncu.”
Filmin bir yerinde Kenan Pars, işçilerden yana tavır koyan patronu Fikret
Hakan’a böyle der. İşçiyle barışık olmanın yollarını arayan patron karakteriyle
bu film, uzaktan uzağa Metropolis’i
(Fritz Lang,
1927) çağrıştırır.
Sinemamızın bir avuç işçi filmi içerisinde en nadide parça durumundaki,
Ertem Göreç - Vedat Türkali işbirliğinden çıkan bu eser, bugün 50 yaşında ve
söyledikleriyle de asla eskimeyeceğe benziyor…
Filmi bilmek ve daha önce izlemiş olmakla birlikte, yapıldığı dönemi tekrar
hatırlayıp analiz etmek adına, Halit Refiğ’in Ulusal Sinema Kavgası, Gülseren
Güçhan’ın Toplumsal Değişme ve Türk Sineması ve Alican Sekmeç’in Emeğin
İzinde Bir Sinemacı: Ertem Göreç isimli kitaplarını yeniden okudum. Gülseren
Güçhan kitabına Karanlıkta Uyananlar’ı dahil etmemişti ama
sinemamızdaki köyden kente göç ve bireyler arası ilişkiler üzerine önemli
* Çıkış yılı 1965 olan filmin 50. yaşını 2015'te kutlamamız gerekirdi. Bir senelik gecikmeyle
ilgili açıklamamız için Sekans'ın bu sayısının 5. sayfasındaki dipnota bakınız.
SEKANS Sinema Kültürü Dergisi
Mart 2016 | Sayı e1 : 204-212
tespitleri vardı. Alican Sekmeç’in kitabı filmle ilgili çeşitli röportaj ve görüşler
içermesi açısından bana çok yardımcı oldu. Halit Refiğ’in kitabında belirttiği
siyasal görüşlere katılmamakla birlikte, bu önemli sinema adamımızın
özellikle
‘60lardaki sinemamız, asıl Yeşilçam Sineması üzerine görüşlerine
yüzde yüz katılıyorum. Gerçekten de Yeşilçam’ın, hatta başlangıcından ‘70lerin
sonlarına kadar gelen sinemamızın bir halk sineması olduğu gerçeği inkar
edilemez. Bir kere Refiğ’in de belirttiği gibi, doğrudan patronların parasıyla
değil, Anadolu işletmecilerinin seyircinin isteği doğrultusunda film yapımını
yönlendirmek için patronlara sağladığı bonolarla yürüyen bir sanayi söz
konusuydu. Bugün herkesçe bilinen, tanınan yıldızların, Yılmaz Güney’in,
Ayhan Işık’ın, Cüneyt Arkın’ın, Türkan Şoray’ın ve daha nicelerinin ortaya
çıkışında bu sistemin payı vardır.
Karanlıkta Uyananlar da bu dönemde yapılan filmlerden biri. Aslında halk
adına, onu bilinçlendirmek adına, halka rağmen yapılan filmlerden biri. Neden
“halka rağmen”? Çünkü halkın talep ettiği o melodramlardan, sulu
güldürülerden biri değil, bir sendikanın kuruluş ve hareket tarzını ince
ayrıntılarla anlatan, enikonu politik bir film.
205
1957’de tekrar seçimleri alan Demokrat Parti (DP), fikir ve sanat çalışmaları
üzerindeki baskısını iyice artırır. Bu, sanatçı ve düşünürlerin birçoğunu “bana
dokunmayan yılan bin yaşasın”cılığa iterken, bunlar gibi düşünmeyen bir avuç
aydın ve sanatçıyı da bir araya gelmeye iter. Özellikle eleştirmen, yazar ve
yönetmenlerin birlikteliklerinden önemli sonuçlar alınmaya başlanır. Dokuz
Dağın Efesi
(Metin Erksan,
1958), Üç Arkadaş
(Memduh Ün, 1958),
Düşman Yolları Kesti (Osman Seden, 1959), Karacaoğlan’ın kara Sevdası
(Atıf Yılmaz, 1959) gibi eserler bu dönemin ürünleridir.
1950-60 arasındaki 10 yıllık devre içinde Türk sineması dil bakımından büyük
bir aşama geçirir. Hollywood sinemasının etkisinde de olsa, Türk sinemasının
yapım ve çekim özelliklerinin oluşturduğu bu dil, süssüz, gösterişsiz, net bir
dildir. 1960 başlarında artık konuşur hale gelen bu sinema, ne söyleyeceğini
bilememenin şaşkınlığı içerisindedir.
Derken, 27 Mayıs 1960 sabahı Türkiye’de bir devre kapanır.
27 Mayıs ülkeye
bir umut getirmiştir. “Bu umutlu hava içinde her yeni çıkış, her yeni fikir
ilgiyle” karşılanmaktadır. Hemen Gecelerin Ötesi
(Metin Erksan, 1960),
Namus Uğruna (Osman Seden, 1960), Dolandırıcılar Şahı (Atıf Yılmaz,
1960) gibi filmler ortaya çıkar ve olumlu yankılar yapar. Derken, askeri ihtilalin
belli bir fikre ve ekonomik görüşe dayanmaması, her şeyin söylenebildiği bir
ortamın meydana geldiğinde kimsenin söyleyecek bir şeyinin bulunmadığının
anlaşılması gibi unsurlar umudu alır, yerini karamsarlığa bırakır. Bundan sonra
yapılan Otobüs Yolcuları (Ertem Göreç, 1961), Şehirdeki Yabancı (Halit
Refiğ, 1962) benzeri kendi zamanlarının oldukça değerli filmleri, pek sıcak
karşılanmazlar.
Bu arada aydınlarda ve basında Türk sinemasına karşı düşmanca bir tavır
oluşmaya başlamıştır. Ama beklenmedik şeyler de olur hayatta: Susuz Yaz
(Metin Erksan, 1963), Berlin’de En İyi Film seçilir ve Gurbet Kuşları (Halit
Refiğ, 1964) hem seyirci tarafından tutulur, hem de özellikle Asya ülkelerinde
inanılmaz seyirci toplar. Bu durum film yapımcılarını toplumsal konulu filmler
yapma konusunda cesaretlendirir. Karanlıkta Uyananlar
(Ertem Göreç,
1965), bu ümitle girişilen iddialı yapımlardan biridir.
206
“Filmin çekiminde kıymetli yardımlarını esirgemeyen “MARSHALL” boya
fabrikasına teşekkür ederiz.” Film bu yazıyla başlar ve Nedim Otyam’ın müziği
eşliğinde jenerik akarken yeni bir günün başlangıcında İstanbul’u, güneş henüz
doğmaktayken izleriz. Bu anlar çoğumuzun daha bilmem kaçıncı uykusunda
olduğu anlardır ve biz uykudayken o “karanlıkta uyananlar” çoktan işlerinin,
çalıştıkları fabrikaların yolunu tutmuşlardır. Jenerikte film yapımcıları sadece
MARSHALL boya fabrikasına teşekkür etmekle kalmaz, kendilerine büyük
figüran desteği veren, başta TÜRK-İŞ olmak üzere, tüm işçi sendikalarına da
minnetini sunar.
İlk sahnede işçileri, işçibaşı Ekrem’in (Beklan Algan) yönlendirmesiyle koca
bir tankı yerine oturtmaya çalışırken izleriz. Nihayet iş başarılıp kalabalık
sevince boğulunca yaşlı usta Nuri
(Mümtaz Ener) filmin sendikalaşma
temasını simgeleyen ilk lafı eder:
“Hüner kafayı doğru yolu bulmaya
işletmekte. Yoksa neye yarar yaptığın?”.
Ekrem, patron Şeref Bey’in (Atıf Tuna) oğlu Turgut (Fikret Hakan) ile ev
taşımak için fabrikadan ayrılırken, işi kontrol etmeye gelen babası, yapılan
işçiliği beğenir ve över. Ancak işçiler bu kuru övgüden hoşnutsuzdur. Aldıkları
para onlara yetmemektedir. Üstelik çalışma şartları da ağırdır. İthal boyaya
karşı yerli boya üretmek derdinde olan patron, bu çaba içerisinde iken
işçilerine zam yapamayacağını belirtir. Sendika olaylarına karışan üç işçinin de
işine son verir.
İşkolik babasının aksine hovardalığa düşkün olan Turgut’un en yakın
arkadaşlarından biri de Ekrem’dir. Ekrem’in çocukluğundan beri oturduğu ama
kurtulmaya can attığı kenar mahalleye vardıklarında, Turgut babasının işten
çıkardıklarından birinin o mahalleden olduğunu öğrenir.
Sokaklarında top oynayan çocukları, dökük ahşap binaları, seyyar satıcıları
ve basma entarili kızlarıyla o dönem filmlerinde başarıyla yansıtılan kenar
mahallelerden birisidir burası. Ekrem’in terk ettiği evin sakinleri arasında onu
küçüklüğünden beri seven Fatma (Ayla Algan) da vardır. Bu gizli sevdadan
habersiz Ekrem ise onu kardeşi görmektedir.
207
Şeref Bey, sonradan şans yüzüne gülüp zengin, fabrika sahibi olmuş eski bir
işçidir. Çalıştırdıklarının çoğu da eskiden birlikte ekmek peşinde koştuğu
insanlardır. Oğlu Turgut’un genç işçilerle yakın ilişkisi, bu insanlarla aynı
mahallede oturdukları yıllara dayanmaktadır. Oysa şimdi Şeref Bey farklı bir
sınıfa dahil olmuştur; kendi karını gözetecek, kendi yeni sınıfından yana tavır
koyacaktır. Bununla beraber, Şeref Bey’in yerli üretim taraftarı, sempatik bir
tarafı vardır ve ithalatçılarla karşı karşıya kalmak pahasına, bunda ısrarlıdır.
İthalatçılar da buna karşılık onun müdürü Fahri’yi (Kenan Pars) elde ederler.
Hammadde sıkıntısına düşen Şeref Bey, kaliteden ödün vermek durumunda
kalacaktır.
Şeref Bey’le eskiden beri çalışan, onu çok iyi tanıyan emektar Nuri Baba ve
arkadaşları, çalışanları kendi sendikaları altında örgütleme savaşı
vermektedirler. Yaşam zorlukları ve işverenin anlayışsızlığı onları greve
sürüklemektedir. Mahmut adında bir işçi, sendika çalışmaları esnasında olan
biteni Şeref Bey’e taşımaktadır.
Art arda yaşadığı çıkmazlar Şeref Bey’i yorar ve Şeref Bey kalp krizi geçirerek
ölür. Turgut, mecburen, babasının yerini alacaktır. Ama bu durum serkeş bir
yaşam sürmeye alışkın Turgut’u şaşkına çevirir. Bir yandan arkadaşlarının zam
ve işten çıkarılanların dönüşü için yaptıkları istekler, öte yandan baştan
208
kendisini teslim ettiği idarecilerin dolapları, onu şaşkına çevirir. Yine de
arkadaşı işçilere sabırlı olurlarsa sorunlarını çözeceği sözünü verir.
Bu arada Turgut, Fahri Bey’in ressam yeğeni Nevin’le
(Tülin Engin)
yakınlaşırken, işçi isteklerini karşılamada çekinik davranışı sebebiyle
kendisiyle tartışan en yakın arkadaşı Ekrem ile araları açılır. Borç batağına
sürüklenen Turgut’un Nevin’le de ilişkileri bozulurken, Ekrem, Fatma’nın ilkin
reddettiği ilgisine bu defa karşılık vermeye başlar.
Boya numunelerinin kalitesiz çıkışı, Turgut’un çok güvendiği bir satışa ket
vurur. O da fabrikayı elden çıkarmak zorunda kalır. İşçiler, yeni işverenlerin
kendi sendikalarına geçmeleri karşılığında çalışmaya devam edebilecekleri
yolundaki teklif lerine karşı çıkar ve grev kararı alırlar. Aileleri ev başka
fabrikaların işçileri de onları destekleyecektir.
Film, o
“existansialism’e sığınan”, çevresine duyarsız, aşırı derecede batı
hayranı, başkentlerini Paris gören sanatçıların sığındığı, sürekli içip nutuklar
attığı, bir nevi komün evi gibi duran köşk sahnelerinde oldukça iyi temsil
edilir. Bu gruptan olup, boya fabrikasının duvarlarını resimlendirme işini alan
Nevin, üstelik işçilere karşı kurulan tezgahlara bire bir şahit olmasına rağmen,
resminin harap edildiğini gördüğü gün, suçlunun fabrikadaki işçiler olduğu
düşüncesine kapılacak ve hiçbir şeyden habersiz bu işçilere saldıracaktır.
İki sınıfın oturdukları muhitler birbirlerinden keskin hatlarla ayrılırlar. Şeref
Bey’in son derece muntazam, köşeli bir mimariye sahip konforlu köşkünün
asfalt yolu, evin kapısına kadar uzanır iken, gecekondular ve harap, eski
evlerden oluşan kenar mahalledeki yapılaşma düzensiz, evler derme çatma,
sokaklar çamur deryası bir haldedir. Sinemamız bu tür mahalleleri
yansıtmakta iyidir. Hikayelerini genelde buralardan seçer. Ama bu
mükemmellikte bir anlatımı (gecekondulardan fabrikaya bağlanan çamurlu
yokuşlardan inen işçileriyle) en güzel veren Atıf Yılmaz’ın çektiği Utanç
(1972) filmi olmuştur.
Filmin ilginç bir detayı da, o dönemde iç içe yaşadığımız ve her sınıfa yayılan
azınlıkları net ve oldukça detaylı aktarıyor olması oluşturmaktadır. Gerçekten
de fabrikada çalışan, aynı kenar mahallede oturan işçiler arasında Ermeni’si,
209
Rum’u da vardır ve bizdendirler. Patronlar arasında da Ermeni karakterlere yer
verir film. Daha sonraki, özellikle ’70 sonrası filmlerde pek bu karakterlere
rastlamayız. Bu çeşitlilik gider, yerini yöre çeşitliliği alır.
Sinemamızda işçi sorunlarına eğilen film sayısı, sanırım yine korkunun
getirdiği otosansür nedeniyle, iki elin parmakları kadardır. İlk ağızda akla
gelenlerin dökümünü yapmaya başladığımızda da, bunların çoğunun işçi filmi
değil, ama karakterlerini işçiler arasından seçmiş filmler olduğunu görürüz.
Oysa bu film gibi, Demiryol (Yavuz Özkan, 1979), Maden (Yavuz Özkan,
1978) gibi, Çark (Muzaffer Hiçdurmaz, 1987), Güneşli Bataklık (Süreyya
Duru, 1977) gibi ve Ahmet Akıncı’nın İş (1994) ve Ekmek (1996) ikilemesi (ki
seyirciye neredeyse hiç ulaşmamıştır) gibi filmlerin de sinemamızda yapılması
gerekiyor. Bu ülkede İşçi Filmleri Festivali diye bir festival var. Orada çok az
yerli film gösteriliyor ve bunlar da genellikle sadece karakterleri içinde işçi
bulunanlar.
Bugüne değin izlediğim işçi filmlerinin çoğu yarınlara dair çözüm önerileri
sun(a)madan bitiveriyorlar. Karanlıkta Uyananlar için de durum böyle
oluyor. Belki birlik olmanın, sendikalaşmanın değerini anlatmayı başarıyor
film, ama bunun kalıcılığının nasıl sağlanacağı yönünde bir önermesi yok.
Turgut, fabrikayı teslim almaya gelen tröstlere karşı eli kolu bağlanmışken
fabrikayı yasa gereği hakları olan yirmi gün daha “kendilerine” çalıştırmaları
için işçilere bırakır ve ayrılır. Ya o yirmi günden sonrası?
Oysa ki sendikal mücadeleyi en iyi bilen sinemacılardan bir olarak Ertem
Göreç, filminde bu soruya da cevap verebilirdi. Gerçekten de SİNE-İŞ
sendikasının kurulmasında büyük emeği olmuştu Ertem Göreç’in. Filminin
yapımcısı da yine aynı sendikanın kurucularından olan, bir başka usta
yönetmen, Lütfü Ö. Akad’dı. Akad da 1975’te yapacağı Diyet’te aynı şeyi
yapacak ve filmi çıkış yolu göstermede yetersiz kalacaktı.
’60 ihtilali sonrası gelen özgürlük ortamı
1962’de çıkarılan
274 sayılı
Sendikalar Kanunu ile işçilere sendika kurma hakkını da getirmiştir. Sinema
çalışanları da oluşan akımın dışında kalamazlar ve Türkiye Sinema İşçileri
Sendikası (Sine-İş) kurulur. Güzel kazanımlar elde edilir. Stüdyolarla toplu
sözleşme yapılıp
%300 oranında bir zam alınır mesela. Ama yürümez.
210
Kurucular asıl işleri olan yönetmenliğe zaman ayırabilmek için sendika
yönetiminden ayrılmak durumunda kalırlar. Arkalarından gelenler kurulu
sistemi sürdüremezler. Neticede sendika kapanır ve aynı bizim işçi
filmlerimizdeki gibi, mücadelenin asıl sonunu görmek biz seyircilere nasip
olmaz.
Vedat Türkali, senaryoyu ilk yazdığında bunu kendisine sipariş veren
yapımcı yönetmenin (adını vermez) ürküp kaçtığından bahseder. Bu olayı
Ertem Göreç’le paylaşır ve fikrini almak için senaryoyu kendisine verir.
Okuduğu senaryoyu beğenen Göreç, konuyu Beklan - Ayla Algan çiftiyle
paylaşır. Onlar da hikayeye heveslenerek filmin yapımcısı ve oyuncusu olmak
istediklerini söylerler ve böylece Filmo Ltd. kurulur. Filmin Amerikan karşıtı
söylemine rağmen, Alganların Amerikalı dostları Eddie’nin de
(soyadına
ulaşamadım) filme büyük miktarda para sağladığını belirtiyor Vedat Türkali
Alican Sekmeç’in kitabında.
Lütfü Akad prodüksiyonu yönetecektir. Sonradan yukarıda bahsi geçen
Çark filmini çekecek olan Muzaffer Hiçdurmaz da yardımcısıdır. Filmin satışı
için bir star aranır ve Fikret Hakan’da karar kılınır. Fikret Hakan işçi genç
yerine kapitalist patronun oğlunu oynamayı tercih eder. Asıl dramın ona
olduğunu düşünür. Bu şekilde oyuncu listesi de hazır hale gelir.
Ertem Göreç, kalabalık sahneler için Türk-İş genel başkanı rahmetli Kemal
Türkler’den büyük destek aldığını belirtir. Ancak fabrika çekimleri neticesinde
işçilerin sendika, grev gibi, kanuna rağmen halen habersiz oldukları şeylere
karşı bilgilenmeleri korkusu neticesinde hiçbir firma fabrikasını onlara vermek
istemez. Sonunda Marshall boya fabrikası sahibi ikna edilir ve fabrika
sahneleri orda çekilir.
Filmin Amerikalı yapımcısı Eddie, Amerika’ya dönünce başı derde girer.
CIA’den çağrılır ve Amerika aleyhtarı bir filme para yatırmakla suçlanır.
Neticede Türkiye’den filmin bir kopyası istenir ve izlenir. Ertem Göreç şöyle
devam ediyor: “CIA ajanları filmi seyrettikten sonra gülmüşler. “Bu da bir şey
mi, bizde bundan çok daha fazla Amerikan aleyhtarı film çekiliyor.”, deyip
kopyayı geri vermişler. Eddie de rahat bir nefes almış.”
211
Film ilk çıktığında ilgi görür. Ancak bir süre sonra sabotajlar başlar.
Kayseri’de bir açık hava sinemasında oynarken, ses bombası atılır, perde yırtılır,
yaralananlar olur. Sinema sahibi tehdit edilir. Antalya Film Festivali’nde
Beklan Algan linç edilmekle karşı karşıya kalır. “Komünistler Moskova’ya”
naraları eşliğinde mitingler yapılır. Bunlara tepki göstermek isterler, ama
kendilerine mikrofon verilmez.
Yetmiyormuş gibi, bu tepkilerinden ötürü film tekrar sansüre gönderilir.
Dört kere sansüre girip çıkan film sonunda aklanır, ama saldırılar daha da
yoğunlaşır. Seyirci korkar. Filmi oynatacak sinema bulamazlar. Filmde sevişen
Algan çiftinin aslında kardeş oldukları iftirası bile atılır! Neticede film, yapay
bir ticari başarısızlığa uğratılmış olur.
Türk sinemasının kendi yapım koşullarından gelen bazı aksaklıklar bir yana,
dönemine göre yürekli anlatımıyla, yerinde oyunculuk ve mekan kullanımıyla,
günümüzde bize ütopya gelen, o zamana ait gerçek durumlarıyla film, elli sene
sonra bile akıcılığından izlenirliğinden bir şey kaybetmiyor. İnsanın o son
bölümdeki grev sahnesindeki gibi kabını kaçağını, evdeki yemeğini, eşyasını,
pankartını kapıp, onlar gibi koşar adım, direnen boya işçilerinin arasına
katılası geliyor…
212