Hayata Çalım At (Looking for Eric, 2009) Üzerine:

Futboldan Sonra Hayat Var mı?

Serhan Mersin

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.


Hayata Çalım At (Looking For Eric)

Yönetmen: Ken Loach

Senaryo: Paul Laverty

Görüntü Yönetmeni: Barry Ackroyd

MüzikIsobel Griffiths

KurguMark Wright

Oyuncular: Steve Evets, Eric Cantona, Stephanie Bishop, Gerard Kearns, Stefan Gumbs, Lucy-Jo Hudson, John Henshaw

Yapımcı: Rebecca O'Brien

2009/116’/Birleşik Krallık-Fransa-İtalya-Belçika-İspanya


looking for eric2

Ken Loach’ın Kerkenez (Kes, 1969) filmi, İngiltere’nin Barnsley şehrinde işçi sınıfı kökenli bir ailenin küçük oğlu Billy Casper’ın okulda ve evde yaşadığı horgörüyü alt ederek hayata tutunmasını sağlayan bir kerkenez ile olan ilişkisini anlatır. Britanya Film Enstitüsü tarafından Britanya tarihinin en iyi yedinci filmi seçilen Kerkenez’in unutulmaz sahnelerinden bir tanesi öğrencilere beden eğitimi dersinde karşılıklı maç yaptıran öğretmenin oynadığı sahnedir. Çocukken topun sahibi olduğu için oynatılmak zorunda olan şişman ve zengin çocuklar gibi hodbince tavırlar sergileyen orta yaşlardaki öğretmen, dönemin klasik Manchester United formasıyla maça hem oyuncu hem de hakem olarak dahil olur. Maçta kuralları kendisi koyar, pek çoğu maçta metazori oynayan öğrencilere kaba davranır; onları tokatlar, üzerlerine top atar. Çoğu zaman kendi takımını kayıracak kararlar alır, kendisine yapılan bir hareket için penaltı verir mesela. Kalecinin penaltıyı kurtarması üzerine atışı tekrarlattırır. Nihayetinde golü attıktan sonra ise orta noktaya koşarken kendisinin Manchester United’ın efsanevi oyuncusu Bobby Charlton olduğunu söyler. Zaten üzerindeki forma da Bobby Charlton’ın dokuz numaralı formasıdır.

Ken Loach bu filmden 30 yıl sonra bir başka filminde, Hayata Çalım At’ta (Looking For Eric, 2009) başka bir efsane Manchester United’lıyı, Eric Cantona’yı filmine dahil ediyor. Ama bu sefer kanlı ve canlı olarak, filminde önemli bir rol da vererek. Cantona belki futbol için erken sayılacak bir yaşta, 30 yaşında futbola veda ettiğinde, arkasında adına besteler yapılan muhteşem bir dönem bırakmıştı. Sadece portakal soyar gibi oynadığı futboluyla değil, felsefi kişiliğiyle de takdir toplamış, yeşil sahalarda ender rastlanan bir fenomen halini almıştı. Attığı veya attırdığı zekâ dolu gollerin yanısıra hırçın tavırlarıyla ve dikbaşlılığıyla tanınmıştı. Bu tavrını pekiştiren ve onu futboldan dokuz ay uzaklaştıracak bir ceza almasına neden olan ise 1995 yılında bir Crystal Palace maçında gördüğü kırmız kart sonrası soyunma odasına giderken kendisine küfreden ırkçı bir taraftara uçan tekmeyle saldırması ve bununla da yetinmeyip taraftarı yumruklaması olmuştu. Ken Loach’ın bu zaptürapt altına alınması güç futbolcuda gördüğü muhtemelen işte bu sıradışı kişilikti: Zirvedeyken futbolu bırakmakta beis görmeyen, nevi şahsına münhasır bir kişilikle söylenmesi ve yapılması gerekenleri çekinmeden ifşa eden ve her zaman kendi bildiği doğru yoldan giden birisi olmasıydı.

eric-cantona-in-the-air

Dokuz aylık cezadan dönüşünü Sunderland maçında attığı iki golle kutlamıştı Cantona. O maçta attığı gol futbolculuk kariyerinin en üst noktalarından birisi haline gelecektir. Orta sahadan aldığı topu sürüp, takım arkadaşı McClair ile paslaştıktan sonra kalecinin üzerinden aşırttığı ve direğe çarparak içeri giren gol. Alamet-i farikası yakası kalkık formasıyla gol sonrası bir an için duruşu, etrafında dönüp seyirciye vakur bir şekilde bakışı, göğsünü kabartışı, kollarını yukarı doğru kaldırışı ve sonrasında takım arkadaşlarıyla golü kutlayışı. Bir gol için sevinmedeki asalet bile onu anlatmak için yetecektir. Gelgelelim, bu gol değildir futbol sahalarındaki en önem verdiği an. Filmde, “King Eric” Cantona hayatının en güzel anının bir gol değil, bir pas olduğunu söyler. Tottenham Hotspur maçında takım arkadaşı Irwin’e sağ ayağının dışıyla verdiği pas onun deyişiyle “büyük futbol tanrısına bir hizmet gibi”dir.  Hayata Çalım At bu minvalde işleyen; gol atmanın değil, gol pası vermenin, dayanışmanın, birlikten doğan gücün filmi. Tanıl Bora’nın futbolun sol tarzı olarak nitelendirdiği, “paslaşarak, paylaşarak, takım ruhuyla, oyundan zevk alarak, neşeyi çoğaltmak için” oynanan bir oyunun filmsel temsili. Neredeyse her Ken Loach filmine konu olan sosyal hiyerarşinin dibinde yer alanların, çalışan sınıfların, kaybedenlerin, yoksulların, şiddete maruz kalanların sadece ve sadece birlik olabilirlerse kazanabileceğinin bir temaşası.  

Sosyal gerçekçilik temalı filmlerini yer yer melodram, yer yer de mizahla harmanlayarak her zaman politik sinemanın başarılı bir temsilcisi olan Ken Loach, belgesele yakın duru anlatımıyla sıradan insanın ve ezilenlerin sesi haline gelereksömürülenlere bakan bir film ortaya çıkartıyor. Daha önce Carla’nın Şarkısı (Carla’s Song, 1996), Benim Adım Joe (My Name is Joe, 1998), Ekmek ve Güller (Bread and Roses, 2000), Afili Delikanlı (Sweet Sixteen, 2002), Ae Fond Kiss (2004), Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye kazanan Özgürlük Rüzgarı(The Wind That Shakes the Barley, 2006), İşte Özgür Dünya (It’s a Free World, 2007) gibi son dönem çektiği filmlerinin senaryosunu yazan Paul Laverty ileHayata Çalım Atta da beraber çalışıyor. Kontrgerilladan, İrlanda’nın özgürlük kavgasına; göçmen işçilerin çalışma koşullarından, İngiliz hukuk sistemine muhtelif konulara değinen Loach, bu filmiyle futbol dünyasına el atarak, o çok bilindik ve artık biraz da bayatlamış bir metafor üzerinden, hayat ve futbol ilişkisi üzerinden anlatısını kurmaya çalışıyor. “Ben herhangi biri değilim, ben Cantona’yım” diyen bir futbol ilahının, en son kendisini seyrettiği yıllar önceki bir maçta  mutlu olan bir postacının hayatına girerek onu değiştirmesini anlatıyor. Aslında her şey, filmin jeneriğinde de karşımıza çıktığı üzere Cantona’nın güzel bir pasıyla başlıyor. Eric Cantona’nın bu pası yönetmen Ken Loach tarafından başarıyla değerlendiriliyor. İki ayrı anlatıyla ilerleyen film, dengeli melodramatik yapısıyla bir nevi romantik komediye evriliyor ve yer yer klişeye kaçsa da vermek istediği mesajı seyirciye ulaştırıyor.

“En asil intikam affetmektir”

Filmin ilk bölümünde postacı Eric Bishop’un hayatının içine giriyoruz. Postacı Eric, ikinci evliliğinden kalma, onu pek de önemsemeyen üvey oğullarıyla aynı evde yaşayan, işte yapması gereken dağıtımları aksatan, hayatını bir türlü rayına oturtamayan bir panik atak hastası. Makus talihi, ilk eşi Lily’den olan kızının okulu bitirebilmek için yazması gereken tez ile ilgili çalışmalarını yapabilmesi için bebeğine daha uzun süre bakmasını istemesiyle değişir. Zira Eric, bebeği kızının annesinden, bebek doğduğu sıralarda terkettiği Lily’den alacaktır. Bu da kaçınılmaz olarak uzun bir süre sonra Lily ile tekrar karşılaşmasını getirecektir. Eric, bebeği almaya gittiğinde, Lily’yi uzaktan gördüğünde kaybettiklerinin farkına varır. Mutsuzluğunun çaresini oğlunun odasından çaldığı otla gidermeye çabalarken, duvarında resmini astığı “dünyanın görüp görebileceği en harika santrfor” Eric Cantona, postacı Eric’in alter egosu olarak gördüğü halusinasyonlarda ortaya çıkar. Futbolcu Eric, bir filozofçasına postacı Eric’e hayatla ilgili öğütler vermeye başlar. Bu öğütler sayesinde postacı Eric, Lily’yle yüzleşebilecek gücü bulur. Neden onu terkettiğini, onu asla unutmadığını anlatır. Tekrar görüşmeye başlarlar. Cantona’nın öğütleri işe yaramıştır: Eric, Lily’nin güvenini tekrar kazanır. Lily’nin yaptığı ise onu affetmektir, böylelikle intikamını alacaktır Cantona’nın öngördüğü şekilde.

“Her zaman düşündüğünden daha fazla seçeneğin vardır”

Filmin paralel devam eden ikinci hikayesi ise Eric’in beraber yaşadığı üvey oğullarının başlarını derde sokmasıyla ortaya çıkıyor. Televizyondan, beton karma makinasına kadar çaldıkları pek çok eşyayı eve getiren, evde arkadaşlarıyla kafalarına göre takılan çocuklara karşı Eric evin düzenini korumayı kendine görev bilir. Ne var ki, büyük kardeş Ryan’ın mahallenin “ağır abi”lerinden birisinin silahını evde saklamaya başlamasıyla işler değişir. Aynı silahla bir yaralama olayının olması ve ardından evin polis tarafından basılması sonucu silahtan kurtulmaya karar veren Eric, mafyatik elebaşından sıkı bir dayak yeyip bu dayağın görüntüleri YouTube’a düşünce çözümü Cantona’nın önerisiyle postacı ve taraftar arkadaşlarına danışmakta bulur. Manchester United’ın Amerikalı işadamları tarafından satın alınmasına duyulan tepkiyle kurulan FC United’ın bir deplasman maçına beraber giden üç otobüs dolusu taraftarla, “Cantona Operasyonu” verdikleri bir organizasyonla hep beraber mafyatik liderin evini sırtlarında formaları, kafalarında Cantona maskeleriyle basarlar. Boyalı su tabancalarıyla çete üyelerini boyamakla ve beyzbol sopalarıyla evlerini darmadağın etmekle kalmayıp silahı da parçalarlar. Tüm bu olanları video kameraya çekip mafyayı, en korktuğu silahla, YouTube’a düşüp rezil olmakla tehdit ederler. Böylelikle önce Ryan’ın ve dolayısıyla küçük kardeş Jess’in başındaki sorun Eric ve arkadaşlarının birlikte dayanışmasıyla çözülür. Futbolcu Eric’in insanın en zor anlarında bile her zaman daha fazla seçeneğinin olduğunu hatırlatıp takım arkadaşlarına, attığı pasın gol olacağına inancının tam olması gibi, güvenmenin her koşulda sonuç vereceğini işaret etmesi birlikten doğacak kuvvetin bir sonucu olur dolayısıyla. Cantona’nın, “eğer senden hızlılarsa, onları geçmeye çalışma. Eğer uzunlarsa, üstlerinden atlama; eğer solları güçlüyse, sağlarından git. Onları şaşırtmak için önce kendini şaşırt” diyerek farklı seçeneklerin olasılığını hatırlatması günümüzün kapitalist dünyasına bir direnişin de göstergesi olduğuna inandırır bizleri.

looking-for-eric1 520x347

“Otoparklar yalan söylemez”

Kapitalizme direniş noktalarından başka bir tanesi ise Manchester United’ın Amerikalı işadamları tarafından gasp edildikten sonra bu duruma bir tepki olarak aynı takımın taraftarları tarafından kurulan FC United oluyor. Tıpkı Wimbledon FC’nin, kulübü satın alan şirket tarafından başka bir şehre taşınmasına tepki olarak taraftarların biraraya gelerek kendi kulüplerini, AFC Wimbledon’ı kurmaları gibi artık futbol maçlarına biletlerin yüksekliği nedeniyle gidemeyen, (ki filmde Eric 10 yıldır canlı bir maç seyredemediğini söylüyor Old Trafford’da), takımı para için satan zengin başkanlardan usanan gerçek taraftarın sesi haline geliyor FC United. AFC Wimbledon taraftarının açtığı yoldan giderek kurulan FC United’ın taraftarlarıyla, bir şampiyonlar ligi maçını seyretmek için pub’a doluşan Manchester United’lılar arasında endüstriyel futbol üzerine yapılan tartışma, biraz da Loach’ın Ülke ve Özgürlük ile Özgürlük Rüzgarı filmlerindeki sıkı tartışmaları hatırlatıyor ister istemez. Ne var ki, görünen köye kılavuz da gerekmez. Hangi takımı tutarlarsa tutsunlar, maç günleri stadların otoparklarında park etmiş arabalara baktıklarında karşılarına çıkan manzara herşeyi anlatır: İngiltere’de futbol artık sadece üst sınıfın bir eğlencesidir. Aslında sadece İngiltere’de değil, sponsorlarıyla, yayın haklarıyla, transferleriyle milyarlarca dolarlık bir pastayı paylaştıran ama buna karşılık futbolun seyir zevkinden alınacak hazzı en sona bırakan anlayışıyla diğer liglerde de aynı şey geçerli değil mi sanki? Stadlarda sessizce maç izleyen, gol olduğunda mücevherlerini şıngırdatan ruhsuz bir taraftarlık anlayışına karşılık FC United’lılar en azından sponsorsuz, gönülden gelen sevgileriyle futbolun görece saf halini yaşatmaya devam ediyorlar aslında.

Haliyle herkesin takım değiştirme durumunu desteklediğini iddia etmek doğru olmayacaktır. Pub’daki tartışmada bir taraftarın, “karını değiştirebilirsin, politik görüşünü değiştirebilirsin, dinini değiştirebilirsin ama asla ve asla tuttuğun takımı değiştiremezsin” diyerek taraftarlığın her şeyin üzerinde bir anlamı olduğunu işaret etmesi FC United’lıların, ilk göz ağrıları Manchester United’a karşı sevgilerinin yok olmadığının bir göstergesi. Zira, söyledikleri marşlardaki “İki United ama tek ruh” vurgusu ile bir ortayol buluyorlar. Halbuki, taraftarlık, fanatikliğin ötesinde bilinçli bir hâl aldığında, insanın ismini alması gibi belirli bir zorunluluktan değil, farkındalıkla bağlantılı bir seçim sonucunda olduğunda içi daha da doluyor.

“Zar atmaktan korkan asla altı atamaz”

Ken Loach’un futbolun bir erkek oyunu olduğu üzerine kurarak sunduğu anlatı, nihayetinde problemlerin erkeklerin dostluk ve dayanışması ile çözümlenmesini getirmekte. Kadınlara bu oyunda verilen rol, dayanışma ağının içinde yer almak değil, bir kenara itilmek oluyor. Bu maço havayı filmin iki kadın oyuncusu Lily ve Sam’in güçlü karakterleri dağıtıyor: Lily’nin Sam’i, Sam’in ise küçük bebeği Daisy’yi hayatlarında bir erkek olmadan tek başlarına büyütmeleri ancak farklı türden bir dayanışma ile mümkün olabiliyor.

Son sözü Eric Cantona’nın oyunculuğuna verebiliriz. Cantona’nın futbolculuktan sonra sinema oyunculuğunu da başarıyla kıvırması, zar atmaktan korkmadan farklılıklara açık olmasının bir sonucu. Zira, sinemadaki başarısından sonra aynı işi tiyatroda da yapması, denemekten gocunmaması, bize futboldan sonra da bir hayatın var olabileceğini ve bu hayatın güzel olabileceğini gösteriyor.