Mamma Magnani

Gökhan Erkılıç

 

İtalya’nın Roma kentinde 7 Mart 1908 günü başlayan ve 26 Eylül 1973 günü sonlanan bir yaşam... Anna Magnani... İtalyan sinemasının oyunculuk tarihinin arızalı hallerinden birine eğilmek, öncelikle bu açıklanması zor çekim gücünün ardındaki öyküyü açığa çıkarmayı gerekli kılıyor.

Annesi tarafından gözden çıkarılmış bir kenar mahalle çocuğu olmasının getirisi, çocuk yaşlardan başlayarak başının çaresine bakmayı öğrenmek oldu. Dipten başladığı hayata karşı duyduğu öfke ve onulmaz hırsı beklentilerini yükseltti ve sahneyi hedefledi. 1926’da sahneye çıkmaya ve gece kulüplerinde şarkı söylemeye başladı. Roma Dramatik Sanatlar Akademisi’nde aldığı eğitim, akışına bırakılmış izlenimi veren kariyerine hatırı sayılır bir ivme kazandırdı. Eğitimin verdiği güven kontrolsüz başarı açlığıyla birleşince yükseliş de başlar. 1935 yılında yönetmen Goffredo Alessandrini ile gerçekleştirdiği evliliğin sektöre girmesinde belli bir ölçüde rol oynadığını da yadsımamak gerekir.

Sinema oyunculuğuna –1928’de çekilen bir Augusto Genina sessizi olan Scampolo ve bu filmde görünmesi dikkate alınmadığından olsa gerek- Nunzio Malasomma’nın 1934 yapımı La Cieca di Sorrento filmiyle başlamış ve zamanla alışacağımız özgün tipine tam oturmasa da karakter gelişiminde bir adım olarak nitelendirebileceğimiz 1941 yapımı Teresa Venerdi filminde yoluna Vittorio de Sica çıkmış olsa da, sevgilisi olduğu Roberto Rossellini’nin Roma Citta Apertafilmine bir umut beslenen olarak başlar ve bir onanmış oyuncu olarak noktayı koyar. Ancak halkın sempati dağarcığındaki yükselişi burada kesilmez; Pina dünyayı dolaşıp yürekler kazandıkça Magnani sevgisi artar. Hayatı boyunca açlık çektiği sevgi, ilgi ve başarı konusunda ulaştığı doruk noktalarından ilkini yaşamaktadır. Bu sürecin doğal bir sonucu olarak, önce Alberto Lattuada’nın 1946 yapımı Il Bandito’sunun Lidia’sı olarak onurlandırılır ve ardından da Luigi Zampa yönetiminde çektiği ve senaryosuna da bulaştığı 1947 yapımı L’Onorevole Angelina filmindeki rolüyle aynı yılın Venedik FF’nde en iyi aktris ödülünü kazanır. Bir yıl sonra çekilen L’Amore filminde yine Rossellini’nin kanatları altındadır. Filmin La Voce Umana episodunda kamera yüzündeki en ufak duyu değişimlerini yakalarken, antolojilere malzeme sağlamak için oynuyor gibidir. Unutmayalım ki, Germania Anno Zero’nun (1947) çalışmalarını bitirip Almanya’dan dönerlerken, Rossellini’nin artık onu taşıyamayacağını bilen birMagnani vardır. Perdeye yansıyan umut, istek, acı ve özlem Magnani’nin duygusal dengesizlikleri üzerine güçlü kanıtlar sunar. Anlaşılan, bizim gördüklerimiz yırtılan bir personadan ortalığa saçılan gölgenin izleridir. 

1950’li yıllar Magnani’nin yönetmenler üzerindeki çekiciliğinin uluslararası bir kimliğe büründüğü yıllar olacaktır. Onunla çalışmak konusunda saplantılı isimlerin önde gelenlerinden biri olan Luchino Visconti, yükselen yıldızın filmografisine en önemli katkılardan birini Bellissima (1951) ile verir. Sıradan sezgileriyle önünü görmeye ve kızına parlak bir gelecek kurmaya çalışan Maddalena, özellikle çenesi düştüğü anlarda Magnani’nin kendi varoluş biçiminden derin esinler taşır. Oyuncuyla yeniden çalışmak isteyen Visconti’nin önüne La Carrosse d’Or (1953) projesi çıkar ama yapımcılar son anda kendi vatandaşları Jean Renoir’da karar kılarlar. Camilla paylaşılamayan bir kadın olarak kendini sınıfsal değerlerin gölgesi altında yaşanan aşkları sorgularken bulur. Büyük sınıfların küçük aşklarının albenisi, Magnani/Camilla’nın sanata duyduğu aşkın yanında sönük kalacaktır. Ardından yine Visconti... Siamo Donne’nin (1953) yıldızın adını taşıyan episodu karşımıza sinirli, işini bilir ve bildiğini okuyan bir Magnani portresi çıkarır. Günlük yaşamının kalıplaşmış tutumlarıyla oyuncu kimliğinin dışavurumlarının örtüşmesine bir kez daha tanıklık ederiz.

Daniel Mann  yönetiminde çevirdiği The Rose Tattoo (1955) filmi ile Amerikan sinemasında boy gösterir ve eşinin ölümünün ardından hayatını yeniden kurmak isteyen İtalyan asıllı Amerikalı dul güzellemesi rolüyle yılın en iyi kadın oyuncu dalındaki Oscar ödülünü kazanır. Bunu George Cukor yönetiminde çevirdiği ve üstlendiği Gioia rolüyle filmi tek başına sürüklemekten aldığı zevkin gözlerine vurduğu Wild is the Wind (1957) ile 1958 Berlin FF’nde aldığı en iyi kadın oyuncu ödülü izler. Ardından Sidney Lumet’nin Fugitive Kind (1959) filmindeki, serseri Brando ile yarışan kaçkınlığıyla göze çarpar. Oynadığı Lady Torrance rolü, cinsel açlık çeken ve en sonunda istediğini elde eden bir küçük kasaba seçkini olarak boşuna sunulmamıştır kendisine. Ancak bu dönemin tek başarısı, kanımca rolüne ısındığı her halinden belli olan Wild is the Wind filmindeki performansıdır. Öncesi ve sonrasındaki iki filmin yapay bönlüğü Magnani’nin filmografisine gösterişli eklentiler sağlamaktan öteye gitmez.

Sonrası, 1950’lerde seyrekleşmeye başlayan filmlerinden de anlaşılacağı gibi kopuş yıllarıdır. Perdeye yansıyan ve kendisini oynadığı son görüntüleri Fellini’nin Roma(1972) filminde yer alsa da, son önemli filmi ama belki de sinema yaşamının da en önemli filmi olarak gösterilebilecek ve Magnani’siz düşünülmesi olanaksız bir Pasolini filmi olan Mamma Roma (1962) oldu.

İçinde bulunduğu ruh halini ve karakterinin gelişimini filmlerinden izlemenin mümkün olduğu oyunculardan biriydi Magnani. Zafer, ilgi ve onanma açlığı çeşitli anı kitaplarından ve belgesellerden öğrendiğimiz dizgin tutmaz öfkesi ve cinsel kışkırtıcılığı ile birleşiyor ve perdeye delişmen bir ruhun ayarı bozuk gölgeleri yansıyordu. Zaman zaman oyunculuğunun baskın kadınlık hallerinin altında can çekiştiğine tanık olduğumuz Magnani’nin üstün oyun gücüne kaynaklık eden de aynı olguydu. Buradan noktasız bir çatışma süreci yaşadığını çıkarabiliriz. İlkellikle ilişkilendirilebilecek tutumlar son derece duyarlı bir yaratıcılığı körüklüyordu.

Geleneksel güzellik ölçütlerinin ne yüzüne ne de bedenine yansıdığı oyunculardan biriydi Magnani. Özdeşleşme kimyasının klasik ölçütleri açısından sınırlı bir kitleye seslendiği de söylenebilir. Ancak bu kitlenin onu ne denli sahiplendiğini de atlamamak gerekiyor. Kendini bu açıdan seyircinin fantezilerine kapalı tutsa da, yönetmen ve oyuncuların karakteri bedenine yansıyan bu özgün kişiliğe ilgisiz kalamadıkları anlaşılıyor.

Sinema kariyerinin dikkate alınır tarafı Yeni Gerçekçilik akımının doğuşuyla başlayan, bir çuval dolusu berbat filmin arasında birkaç önemli yönetmenin elinde yıldızının parladığı filmlerle süren, ardından uluslararası piyasaya seslenen yapımlara uzanan Magnani, büyük olasılıkla katlanılabilirlik sınırlarını defalarca aşmasının bir sonucu olarak yalnızlığa itildi. Bunun sonucunda filmlerin arasına yıllar girmeye ve yeteneğini yansıtmaktan uzak soluk bir filmografi oluşmaya başladı. O solukluk yıldızını da köreltti. Üzerinde durulmaya değer filmlerinin sayısı bir elin parmakları ile sınırlı olsa da, unutulmasını engellemeye yettiler. Chris Vermorcken’in Io Sono Anna Magnani (1980) ve Sandro Lai’nin Anna Magnani (2002) belgeselleri onu daha yakından tanımak isteyenlere sesleniyor.