Köklerimi Salsaydım Derinlere

Burcu Atahan

 


Deli Deli Olma

Yönetmen:  Murat Saraçoğlu

Senaryo:  Hazel Sevim Ünsal

Görüntü Yönetmeni:  Mustafa Kuşçu

Müzik : Mehmet Erdem, Özgür Akgül

Kurgu : Mustafa Preşeva, Erkan Tekemen

Oyuncular:  Tarık Akan, Şerif Sezer, Levent Tülek, Zuhal Topal, Korel Cezayirli,Cemile Nihan Turhan, Ozan Erdoğan

Yapımcı:  Tolga Aydın

2009/100’/Türkiye


Bir ayrık otu gibi gittiği yerden sökülen Malakanların Mişka’da can bulmasının hem hüzünlü hem güldüren öyküsüyle, 120 ve O.. Çocukları’ndan sonra karşımıza yeniden çıkar Murat Saraçoğlu. Böylece Şerif Gören’in Yol filminden sonra Tarık Akan’la Şerif Sezer’in “yol”larının yıllar sonra yeniden kesişmesine vesile olur. Ancak oyuncularına rağmen önceki filmlerinin çektiği izleyiciyi gerek tanıtımın yetersizliği gerek afiş tasarımıyla kaybetmiş olabileceği düşünülen bir yapım Deli Deli Olma. İsmi ise öykünün geçtiği Kars’a özgü bir kullanım “aklını başına topla” anlamında. Öykü 1877–1878 Osmanlı Rus Savaşı’ndan (93 Harbi) sonra Rusların Malakan Kavmi’ni Kars’a göçe zorlamasıyla başlar. Kars’a göç eden ailelerden biri de Mişka’nın ailesidir. Günümüze gelindiğinde ise Mişka köydeki tek Malakandır.  Kars’a göç ettirilme nedenlerine gelince: asıl adı Rusçada Molakan olan -Molak: süt,  Molakan: süt içen- Malakanlar yaşam biçimleri nedeniyle Rus Ortodoks kilisesiyle anlaşmazlık yaşamaktadırlar. Anlaşmazlık nedenleri ise Rusların haftada yalnızca iki gün süt içmeyi uygun görüp daha fazlasını yasaklamalarına karşın Molakanların her gün süt içmekte bir sakınca görmemeleri yani “perhizi bozma”larıdır.

Öyküdeki diğer bir karakter Pobuç’tur. Pobuç bütün köyle özellikle de Mişka’yla anlaşmazlık içindedir. Ancak Pobuç’un her tür sert ve kavga çıkartmaya bahane arayan davranışlarına Mişka’nın gayet sakin ve neredeyse tepkisiz karşılık vermesinin arkasında; Mişka’nın geçmişte yaptığı hatanın suçluluğuyla örülmüş bir boyun eğmişlik ve teslimiyet varsa da bunu ötekileşmişliğe de, Malakanların çatışmaya kapalı özüne dayandırmak da mümkündür. Nitekim 1921’de askerlik kanununun çıkarılması üzerine insan öldürmeye ve savaşa karşı oldukları için Malakanların büyük çoğunluğu Türkiye’yi terk etmişlerdir. Aynı şekilde Pobuç’un bu karşı konulamaz hırçınlığı da; yaşayamadığı aşkla katılaşan ve kendi aşkla tutuşurken hiç sevilmemiş olduğu düşüncesini taşıyamayan yaralı yüreğinin isyanıyla hatasını an be an yüzüne vurarak Mişka’nın ömrünü suçluluk içinde acı çekerek geçirmesini hedef alır.

Pobuç’un torunu küçük Alma’nın ise Mişka’nın elmalarını gizlice yeme heyecanı: Mişka’nın evinden yükselen piyano sesinin Alma’da var olan müzik aşkını tetiklemesiyle birleşince Alma-Mişka dostluğuna tanık oluruz. Öyle ki Mişka’nın onun için evine telefon bağlattığı ve arar diye umutla beklediği Dimitri’yle konuşma hayali Alma’yla gerçekleşir. Telefon kapanmıştır ama Alma anlık bir kararla Rusya’yla konuşuyormuş gibi yapar ve Mişka’nın hastalığının son günlerinde yüzünün sevinçle gülmesini sağlar. Alma evde yemek sırasında yürüttüğü kaz etini alıp Mişka’ya getirir. Annesinin gönderdiğini söyler. Kars’ta kaz etinin misafire ya da en sevilene sunulan en iyi armağan olmasının da Mişka için ifade ettiği anlam büyük olur Alma sayesinde.

Pobuç’un borcu olduğunu öğrenip Mişka’nın kapısına dayanmasıyla yeni bir boyut kazanır Alma’nın piyano aşkı ve köy ahalinin piyanoyla ilişkisi. Artık köyde borcu olan piyanoyu verir borç kapatmak için çünkü ne olduğunu ne işe yaradığını kimse bilmemekte ayrıca kimseyi de ilgilendirmemektedir Alma ve Mişka’dan başka. Yer kaplayan ayağa dolaşmasın diye ahıra atılan, yüklük olarak ya da tavuklar için kullanılan bir tahta parçasıdır, verelim de kurtulalım düşüncesiyle verilir ve kurtulunur. Bu sefer alanın başına dert açar. Oysa Ruslar için piyanoya ya da müziğe verilen değeri Malakanların Kars’a göç ederken piyanolarını da gittikleri yere götürmelerinden; onu sıkıca sarıp sarmalayıp her tür tehlikeden: kardan, çamurdan, çarpıp kırılmadan korumaya dönük aldıkları önlemden anlamak mümkündür. Rusların dışında Türkler arasında da piyanonun değerini anlayan iki velet vardır. Alma ve yakın arkadaşı Tavşan piyanonun köyde dolaştığı ailelerde başına bir şey gelmesin diye kâh babasının dükkânının camını kırıp şekerleri çalıp çocuklara verirler kâh kar kürerler. Piyanoya savrulan bir tekme ise kavga sebebidir. Babası Şemistan’ın dudak değmez yarışmasını kazanmasıyla Alma piyanosuna yeniden kavuşur. Annesi Pobuç’un akrabasına gitmesini fırsat bilip Şemistan’ın Mişka’yı eve alması ise Pobuç’un erken dönmesiyle ortaya yeni bir çatışma çıkarır. Mişka hasta haliyle ve piyanosuyla kapının önüne konur. Bu ise şaşırtıcı bir şekilde Alma’nın Mişka’ya sorduğu sorunun yanıtını ortaya çıkaracaktır. Ailesinden kalan altınları. Mişka bu altınların Alma’nın eğitimi için kullanılmasını istediğini söyler, ölüm döşeğindeyken. Bu da Malakanların çocuklara büyük özen gösterdiklerinin, sosyal yardımlaşmanın Malakan topluluğu içinde ne kadar önemli olduğunun da filmdeki yansımasıdır ki Malakanların bilinen özelliklerinden biri de evlat edindikleri çocuklardır. Çocukları olmadığında hiç tereddütsüz evlat edinirler, o çocuklara sıkıntısız, rahat bir yaşam sunulacağının farkındalığıyla.


Piyano arka planda köyde bir modernlik işaretidir, değişimin göstergesidir. Rus-Türk toplumları arasındaki farkın da bir yansımasıdır. 1877’de Ruslarda bir müzik ya da sanat bilinci gelişmiş olmasına ve o zamandan kalan bir piyano olmasına karşın bu zamanda Türkler için piyano tahta yığınından başka bir şey değildir Çünkü Türklerin geneline hâkim olan müzik kültürü dünyaya dönük değil kendi kültürüne dönük bir müzik kültürüdür. Bunu ise “dudak değmez” gecelerinden (iki dudağın arasına iğne koyup iğneyi dudağa batırmadan saz eşliğinde mani okumak) anlayabiliriz. Bilinen çalgı sazdır ve onun dışındaki çalgılara yönelik bir bilinç gelişmemiştir. Tabii piyanonun da saz gibi bir çalgı olduğunun anlaşılması ve Alma’nın bu çalgının eğitimini alması söz konusu olunca köydeki herkes tereddütsüz bu eğitimi onaylar. Bu da aslında kendilerinde var olan bilgiden kaynaklanır. Bu bilgi müziğin iyi bir şey olduğu bilgisidir ve bunun yanıtını vermek için dışarıya bakmalarına gerek yoktur, kendilerine bakmaları yeterlidir.


 

Pobuç’un köydeki otoritesi Alma’nın piyano eğitimi alması için Kars’a gitmesinin gündeme gelmesiyle yıkılır. Bu sefer kimse ona boyun eğmeye niyetli değildir. Ve dengeler de değişmeye başlar. Piyano’yla beraber değişimin başlatıcısı aynı zamanda kentli olan Metin Öğretmendir. Hem Alma’nın yeteneğini fark etmesi hem de onun bu yeteneğinin değerlendirilmesi için gösterdiği çabayla Metin Öğretmen köy yaşamının statik durumunun artık devinmeye başlamasının da gerçekleştiricisi olur. Dolayısıyla köylere eğitim götürmenin ülkedeki dönüşüme ve aydınlanmaya katkısının tartışılamaz derecede büyüklüğüne vurgu yapar. Alma’nın geleceği kurtulacaktır. Aslında Alma köylerdeki bütün çocukların bir temsilidir. Geleceği doğmadan belirlenmiş çocukların ve özellikle cinsiyeti nedeniyle daha sınırlı bir dünyaya hapsedilen-hapsedilmeye çalışılan kız çocuklarının aynasıdır o. Ve bu sadece bir çocuğun yaşamının kurtulmasıyla kısıtlı değildir. Bu örnek o köy insanlarına yakılan bir ışıktır. Bu ışığı nesiller boyu yakmak onların elindedir tabii yanlarındaki öğretmenlerle.


Metin Öğretmenin tezatını oluşturan kentli bir öğretmen örneğine de Alma’nın konservatuar sınavına giren jüride rastlarız. Burada kentlinin köylüye bakışının en aşağılık versiyonuyla karşılaşmak bizi derinden yaralasa da; bunun ülkemizin bir gerçeği olduğu düşüncesiyle yüzleşmek ise çarpık eğitim sistemimizle nasıl keskin bir bıçağın üzerinde yürüdüğümüzün de en canlı örneğini tekil eden, artık kullanılmaktan epey yıpranmış bir ayna tutuyor bize. Köy çocuğuna sanki kendisi gibi ana rahminden çıkmış bir varlık değilmişçesine bakan öğretmen(!) zihniyeti bizi uçurumdan aşağı düşürecek sonu da beraberinde getiriyor. Ödümüz kopuyor bu harika eğitilmiş(!) öğretmen mi müsvedde mi olduğu ilk bakışta fark edilen insanlarca(!) “ya Alma konservatuara alınmazsa” diye. Ne de olsa burası Türkiye! Her tür sözün ağızda çiğnenen sakız olmaktan öteye gitmediği güzelim ülke! Halbuki biz Alma’nın ciğerini biliyoruz. Neyse ki Metin Öğretmen gibi bir öğretmenle daha karşılaşıyoruz jüride de yüreğimize su serpiliyor. 

Mişka’nın ölümünün ardından, Mişka ve Pobuç’un genç halleriyle gökyüzüne yükselme (cennette buluşma) sahnesi filmin bütün büyüsünü bozar. Buna gerek var mıdır? Filme bir anlam katmış mıdır? Hayır, tam tersi filmden alıp götürmüştür. Kendimizi başka bir filmden alınıp buraya yapıştırılmış gibi hissetmemize ve filmle olan özdeşleşmemizin kırılmasına neden olmuştur. Tarık Akan’ın oğlu Barış Üregül’ün babasının yeteneğinden bir nebze bile almadığına an be an şahit oluruz ki filmde tek bir hissizce bakışın bile filmin havasını nasıl bozduğunu üzülerek fark ederiz. Tabi göğe yükselme dünyadaki bütün sınırların ortadan kalktığının da göstergesidir. Mişka ve Pobuç etnik ya da dini hiçbir sınırın, kuşatmanın olmadığı bir yerde mutlu bir şekilde birlikte olabileceklerdir. Ancak filmin bütününden kopuk bir sahnedir.

Mişka’yla Pobuç’un kavuşamama nedeni, annesinin Mişka’nın ayaklarına kapanıp gitmemesi için yalvarmasıdır. Nedeninin karmaşık bir şey olduğunu düşünürken gayet basit olması bizi şaşırtır en başta. Ama aslında hiç de öyle göründüğü gibi basit değildir. Tarihi bir gerçek bu şekilde yüzümüze vurulur. Malakanların Türklerden dolayı nasıl bir tehdit altında olduğunu anlarız ki Türkiye’nin dört bir tarafındaki gayrimüslimler askerden muaf tutulurken Malakanların askere alınması zorunluluğunun getirilmesinin nedeni de zaten savaş karşıtı oldukları için Türkiye’den gitmelerinin sağlanmasıdır. Dönemin Meclis Hükümeti bir yandan Bolşeviklerle iyi geçinmeye çalışır bir yandan da sosyalist düşüncenin yaygınlaşması tehlikesine karşı her tür önlemi almaktadır ki burada gördükleri tehlikelerden biri de Malakanlardır. Kazım Karabekir bile askerlik sorununun Malakanları harekete geçirecek en büyük koz olduğunu dile getirir. Önce Türkiye’yi terk edin uyarısı yapılır. Bu çözüm olmayınca 20 Ocak 1921’e kadar Türkiye’yi terk etmezseniz askere alınırsınız kararı çıkarılır Meclis’te. Halbuki Rusya’yla yapılan anlaşmada askerliğin gündeme gelmemesi karara bağlanmıştır ancak Türkiye bu karara uymaz. Kendileri gitmediklerindeyse Anadolu’dan getirilen göçmenler Malakanların yerine yerleştirilmeye çalışılıp Malakanlar ahırlarda aç susuz yaşamaya mahkum edilir. Türkler tarafından evlerine tarlalarına girilme, mallarının yağmalanması, hırsızlık, zulüm, işkence gibi her tür insanlık dışı muameleye maruz bırakılırlar. Çar döneminde bile böylesi muameleye maruz kalmamışlardır. Acı olansa bu kötü muamelenin savaş sırasında değil savaş sonrasında Bolşevizm korkusuyla yapılmış olmasıdır. Malakanların çok büyük bir bölümü askerlik kanunuyla, geri kalanı ise 1962’de Türkiye’yi terk etmişlerdir. Yani Mişka’nın Pobuç’la kaçmamasının nedeni öyle hafife alınacak bir neden değildir. Çünkü kızları bir Malakanca kaçırılmış olan Türklerin, buna vereceği tepki kalan bütün Malakanları kılıçtan geçirmekten geri bir tepki olmayacaktır. Bu da ötekileştirmenin geleceği son noktadır.

Ve son Malakan’ın, Mişka’nın yaşamını özetleyen şarkı çıkagelir: “Bir Sarmaşık Olsaydım”.

Bir Sarmaşık Olsaydım

Sıkıca tutunsaydım bir yere

Sökülüp atılmasaydım

Köklerimi salsaydım derinlere

Bir sarmaşık olsaydım

Dolasaydım gövdemi döne döne

Günlerce aynı yerde kalsaydım

Hareketsizlikten uyusaydım

Bense ayrık otuyam

Her çıktığı yerden sökülen

Sarmaşık olmak isteyip de

Basit bir ot bilinen

Bir ayrık otuyam

Kökü olmayan sevilmeyen

Sarmaşık olmaya özenen…

 

Mişka’nın şarkısında ben bir ayrık otuyam deyişi öteki olmanın ve bulunduğu yere ait olamayan bütün Malakanların sesidir. Ne sarmaşık gibi Rusya’ya sıkıca sarılabilmişlerdir ne de Türkiye’ye. Her gittikleri yerden ayrık otuymuşçasına koparılıp atılmaya çalışılmışlar yani “öteki” olmaktan “benzer” olmaya yıllar, yıllar boyu geçememişlerdir. Hayatlarını da ayrık otu olarak sonlandırmışlardır. Hayatta kalarak yaşadıkları yere ait olamamışlardır; ancak ölüp toprakla bütünleştiklerinde, gömüldükleri yere kök salma şansını yakalamışlardır.


Öykünün sonunda Pobuç’u Mişka’yı kendi ritüelleriyle toprağa verirken görürüz. Pobuç köyde bunu bilen tek kişidir ama bunu yapma nedeni tek bilenin kendisi olması kesinlikle değildir. Yaşarken Mişka’nın yanında olamamıştır ama ölümünde yanında sadece kendisi vardır. Bu da Pobuç’un trajik sonudur.  Pobuç Kars deyimiyle özbaşına kalır.

Öyküde zamansal belirsizlik göze çarpar. 1878’de Mişka’nın babasıyla başlar 2009’a gelindiğinde ise Mişka’nın babası yeni yaşamını yitirmiştir. Ne bugünün tarihi verilir. Ne de 1878’den sonraya dönük bir tarih verilir. Göç edenler Mişka’nın dedesidir diye düşünebilecekken piyanonun dededen değil babadan yadigâr olduğunu belirterek bizi yeniden belirsizliğe iter Mişka. Tabii bu “baba” tabiri “ata” anlamına gelmiyorsa. Yani ancak seyircinin eşelemeleriyle ulaşabileceği bir nokta oluyor zaman konusu. Bu konu daha net bir biçimde aktarılabilinirdi kuşkusuz. Ancak her şeye rağmen Murat Saraçoğlu’nun ellerine sağlık. Çok hoş, insanın içini ısıtan sımsıcak bir film olmuş. Film bittiğinde insanın yüzünde büyücek bir tebessüm kalıyor… sarmaşık misali hüzne dolanmış.