Lean'e Bir Geçit - David Lean (1908-1991)

Nagihan Konukcu

“Sinema, dramatize edilmiş bir gerçekliktir ve yönetmenin işi onun gerçekmiş gibi görünmesini sağlamaktır... Seyirci kullanılan yöntemin farkına varmamalıdır.”

“Benim ayrıksı yeteneğim, insanları mikroskop altına yatırmak, belki diğer bazı yönetmenlerden bir iki katman daha derine inebilmek.”

Lean onu yola/yoldan çıkaran tutkusunu, bir dizi belirlenmiş amaç ve beklentiler yoluyla kısır kılınan sinemanın tekinsizliğine bulaştırmadan kendi yolunu çizmeyi başarmış bir idealisttir. Endüstrinin önüne konan “ürün”ü, yaratım sürecini gözetmeksizin bir yandan ekonomik sonuçları, diğer yandan da sağladığı estetik tatmin ile sınadığı bir dönemde, hareketli görüntülerin bu kısa tarihinde kendi yaşam alanını yaratmış ve çok az yönetmenin boy ölçüşebildiği bir başarı yakalamıştır.

25 Mart 1908’de İngiltere Croydon’da dünyaya gelen Lean, sinemayla ilgilenmesine şiddetle karşı çıkan, Kuveykır öğretisine sıkı sıkıya bağlı bir anne ile kendi mesleğini sürdürmesi beklentisi içindeki muhasebeci bir babanın çocuğudur. İçine doğduğu öğretinin ve filmlerin yasaklardan nasibini aldığı bir dönemin her türlü alıkoyuculuğuna rağmen çevresinde olan bitene karşı duyduğu ilgiden ve tutkudan, babasının günah, zaman ve para kaybı olarak nitelediği sinemaya gitme keyfinden asla vazgeçmez. Kariyerinin büyük bölümünde özel yaşamına dair ayrıntılar konusunda gardını düşürmez, nadiren üzerine söz söylemeye ikna olduğunda da, sinema salonlarının sessizliğinde doğan tutkusunun öyküsünü, filmleri üzerinden özgür bırakır...

1920’li yıllarda Gaumont-British Picture Corporation’ın Lime Grove Stüdyoları’nda klaketçi olarak çalışır bir süre; sesli film dönemiyle birlikte de editörlük günleri başlar. Sinemaya kelimenin gerçek anlamıyla teknik bir adam olarak adım atan Lean, bir süre yardımcılığını yaptığı Anthony Asquith’in gerek kurgusal gerekse anlatısal deneyimlerinden de yararlanma fırsatı bulur. Asquith’in belgesele yakın duran sinematik eğilimleri ve hemen her yapıtında kendini hissettiren duyarlıklı ve dolaysız anlatımı, Lean’in yönetmenlik kimliğinde, sınırlarını genişleterek yolunu bulacak stiline esin kaynağı olur şüphesiz. 1933 yılında Bernard Vorhaus’un Money for Speed ve The Ghost Camera filmlerinin de aralarında olduğu düşük bütçeli bazı yapımların editörlüğünü yapar önce. 1936’da Paul Czinner’in As You Like It  filminin ve 1938 yılında, Bernard Shaw’ın o dönem çığır açan Pygmalion’unun sinema versiyonunun editörlüğünü yaptıktan sonra, bir diğer başarılı Shaw uyarlaması olan 1941 yapımı Major Barbara filminin editörlüğü ve yardımcı yönetmenliğini üstlenir. Kimilerince katı ve zorlayıcı bulunan tekniğinin onu adeta bir efsane haline getirecek olan ilk ‘gerçek’ halkası Noel Coward ile birlikte çalıştığı 1942 yapımı, bir propaganda filmi olan Denizler Hakimi (In Which We Serve, 1942) olur. Senaryosunu Coward’ın yazdığı filmde, İkinci Dünya Savaşı’nda batırılan İngiliz Kraliyet donanmasına bağlı Torrin savaş gemisindeki personelin kurtarılmayı ve hatta ölmeyi bekleyişi konu edilir. Savaş yıllarında sinema dünyasının yaşadığı durgunluğu, çoklukla savaşı değişik yönleriyle yansıtmayı ve cephedekilere moral vermeyi amaçlayan filmlerle aşmaya çalıştığı ezberi burada da bozulmamakla birlikte, film sorularını sor(dur)maktan geri durmaz. Karakterlerine flashbacklerle olaydan önceki yaşamlarını, ailelerini ve en önemlisi ‘kim için ve neden savaştıklarını’ anımsatarak, savaşın nedenleri ve sonuçlarına dair söyleminin kapılarını aralık bırakır. Aynı düsturu, 15 yıl sonra LeanKwai Köprüsü'nde (The Bridge on the River Kwai, 1957) yineleyecektir; sadece savaşın temsili ‘yıkılacak’ bir köprü olacaktır bu defa.

Filmin getirdiği başarının ardından Coward ve Lean, filmin yapımcısı Anthony Havelock-Allan ve görüntü yönetmeni Ronald Neame ile biraraya gelerek Cineguild yapım şirketini kurarlar. İlk üç işleri de Coward oyunlarının uyarlamaları olur. Diyalog ustası Coward ve teknik ve görsel dehasıyla Lean, ilk ürünleri Mutlu Kuşak’ta (This Happy Breed, 1944) iki dünya savaşıarasındaki süreçte alt-orta sınıf Gibbons ailesinin yaşantısı üzerinden, stoacılığı, İngiliz insanının tabiatını ve zorlukları yenme gücünü betimler. Thames Nehri’nin kuşbakışı görünümü ile başlayan ve Gibbonsların evinin ön kapısını dolaşan açılış sekansı Lean’in bu ilk solo yönetmenlik çalışmasında sinematografik başarısını kutsar adeta. Hemen bir yıl sonra gelen Ben Çağırmadım (Blithe Spirit, 1945) Lean’in İngiliz usulü güldürüde deneme alanı olur kendisini.

Cineguild’in üçüncü yapımı ve fakat diğerlerinden farklı biçimde klasik bir romantik dram olan Kısa Rastlantı (Brief Encounter, 1945) haftalık rutinleri içinde rastlantısal olarak bir tren istasyonunun kafeteryasında tanışan ve bir süre sonra kendilerini ‘yasak’ bir ilişkinin kucağına bırakan evli bir kadın ve erkeğin romansına tanıklık eder. Düzen ve bireyselliğin orta yerinde, İngilizlerin, alışılmışın da ötesinde gizlilikleri, suskunlukları ve romantik aşırılıkları arasındaki çatışmayla yolunu çizen film, sınırlı – iki savaş arası- bir dönemin moral dünyasını yansıtmak konusunda yine o dönemin içinde taşıdığı kaygıların engeline takılır. Bu aşkı imkansız kılan/varsayan, kendilerini çevreleyen mekan ve zamanın dışında, kadın ve erkeğin en sıradan tutkularını bile bastırmış olmalarından ileri gelen yaşamsal pratikleri ve deneyimlenmemiş olanın imkansızmış gibiliğidir oysaki.

Lean bu defa, zaman zaman uzlaşı alanlarını zorladıkları, buna rağmen uzun soluklu bir birliktelikle yola devam edecekleri oyuncu Alec Guinness’in işbirliğinde, Charles Dickens uyarlamalarına döner yüzünü. Öncüllerinin, klasiklerin beyaz perdeye uyarlanmalarındaki türlü zorlukları kotarmak konusunda karşı karşıya kaldıkları eleştirileri ve önyargıları kırmayı başarır. Büyük Umutlar’da (Great Expectations, 1946) insanın duyarlılığı ve bunun görsel sunumunun görkemi arasındaki kusursuz denge Oliver Twist’e (1948) oranla daha derinliklidir. Dickensvari atmosferin görsel kodlarla yeniden yaratımında, masalsı bir anlatının süzgecinden geçirilmiş sosyal gerçeklik dokusunun, karakterleri sarmalayan karanlığın perdesini aralamakta çaresiz kalmamak adına romanın toplumsal eleştirisinden çok trajedi kısmına görece ağırlık verilir. Oliver Twist ise yönetmenin olgunluk dönemini imler. Çizdiği basit gerçeklikle güttüğü amaç, filmin anlatısal yapısını kurmakta başvurduğu kompleks dekorların yarattığı ironiye karşın yine de nesnel olmaktır. Nesnesi ile alıcısının arasına koyduğu mesafe ve açılar yoluyla görüntünün maddi gerçekliğine eklemlediği duygusal ve karakteristik gerçeklik, fiziksel bir varetme biçimi değildir; dramatik, ciddi, gülünç ya da nitelikli anlamların hepsinin bir aradalığıdır sadece. Her iki yapım da Dickens romanlarının gülünç, acımasız ve vahşi doğasını yansıtır.

50’li yıllar Lean’in filmografisi içinde, görece az bilinen ancak kariyerinde dönüm noktaları olmuş yapımların dönemidir. Cineguild için yaptığı son iki film  Seven Kalpler (The Passionate Friends, 1949) ve Hüküm Günü (Madeleine, 1950) teknik olarak ayakları yere sağlam basan filmler olmakla birlikte, genelde yönetmenin kişisel bakış açısından, özelde de erken dönem çalışmalarının duygusal yoğunluğundan yoksun olmakla eleştirilir. Cineguildin ardından Lean’in Alexander Korda için çektiği, ses duvarını geçen bir pilotun öyküsünü anlatan 1952 yapımı Ses Duvarı (Sound Barrier), yönetmen için kariyerinin ikinci yarısının öngörüsü niteliğindeki destansı yapımların ilk ayağını oluşturması açısından değerlidir.Harold Brighouse’un bir sahne komedisinden sinemaya uyarlanan Hobson’ın Seçimi (Hobson’s Choice, 1954) Lean ve daha sonrasında beş filmde daha birlikte çalışacakları, oyuncu John Mills’i yeniden biraraya getirir. 1955 yapımı Venedik Tatili (Summertime) Katherine Hepburn’ün yıldızı altında United Artists’in ortak yapımcılığında ve Lean’e artık stüdyo bağımlı çalışma biçimini terketmesi yönünde ciddi bir karar aldırır.

Dünyanın politik ve sosyal tarihi gibi Lean’in de yaratım sürecinde bir sıçrama eşiği kaçınılmazdır artık. İnsanın tarihsel, politik ve sosyo-kültürel ortam ile ilişkilenmesinde öyküsünü ve görsel çerçevesini, dışardan içeri yapılandırır Lean; yani toplumsal ve tarihsel alandan, insanın kendi öz yaşam pratiğine ve kırılmaz döngüsü içindeki varoluşsal savaşımına doğru. Nihayetinde Lean’in karakterleri de dünyayı kendi beklentileri doğrultusunda değiştirmenin peşine düşmüş, sıradan hayalperestler ve kahramanlardır bir bakıma. Hep direnmiş olmanın yorgunluğunu sırtlamış savaş yorgunları...

Söz konusu, ülkelerin siyasi tarihleri olunca, politik söylemlerini çürütmek ya da doğrulamak derdi gütmediği izlenimi/yanılsaması yaratarak, gittiği topraklarda imparatorluk sonrası İngiltere’sinin sözcülüğü yapan Lean, filmleriyle aşağıladığı düşünülen ülkelerin bile alkışlarını toplayacaktır. Hal böyleyken epik filmler dönemine 1957 yapımı Kwai Köprüsü (The Bridge on the River Kwai) ile atar adımını. İkinci Dünya Savaşı yıllarıdır... İngiliz Albay Nicholson, birliğiyle birlikte Japonlara esir düşer. Kwai Nehri üzerine kurulacak köprünün yapımında subayların da askerler gibi ağır koşullarda çalıştırılmasına Cenevre Sözleşmesi’ne dayanarak direnen albay, zaman içinde tüm adamları ile birlikte neredeyse gönüllü olarak çalışır. Açılımlandığı askeri zeminde, gerek İngiliz, gerek Japon askeri yönetimlerinin ve kanunlarının dayattığı sınırlar içindeki aidiyet ve itaat sorunsalı üzerinden Kwai Köprüsü, İngilizlere atfettiği yenilmezliği, Japonların sembolik olarak çizilen varlıkları karşısında güçlü kılması yönüyle, filmin gerek anlatısal kaygısı gerek karakterleri açısından, inandırıcılığında çatlaklar taşır. Nicholson’ın, filmin ilk yarısındaki inatçı, dik kafalı ve cesur tavrı -ki filmin ikinci kısmında bu cesaretin anlamını sorgulamak gerekir-, ikinci yarıda neredeyse Japon komutan Saito ile olan işbirliği, Saito’nun gücünü elinden alan denetimsiz –belki de fazla kontrollü biçimde- karakter yaratımı, filmin iki karşıt karakteri için ironik bir uzlaşı alanı yaratır. İngiliz komutanın kendi inanç ve ilkeleri doğrultusunda ülkesinin varlığını ve gücünü koruma mücadelesinin ardındaki batılı refleksi, içinde bulunulan koşulların da itici gücüyle zaaflar yaratarak - en iyisini yapmak, en iyi olmak- filmi psikolojik bir zemine de oturtan yapısıyla tarafların hem kendi içlerinde hem de birbirlerine karşı olan çatışma ve uzlaşı alanlarını genişletir. Kwai Köprüsü’nün teknik kriterleri göz önünde tutulduğunda da; uzun planlar ve genel çekimlerin de katkısı ile mekana kazandırılan durağanlık, filmin dramatik yapısını zayıflatıyorsa da, sözgelimi köprünün havaya uçurulduğu sahne, yönetmenin kamerada açı ve ölçek kullanımındaki yetkinliğinin altını çizmekten geri durmaz ve başarısı aldığı ilk Oscar ile tescillenir.

Lean bireyin tarihsel savaşımını, Peter O'Toole, Alec Guinness, Anthony QuinnJack Hawkins ve Ömer Şerif'in rolleriyle özdeşleşmiş oyunculuklarında, 1962 yapımı Arabistanlı Lawrence (Lawrence of Arabia) ile yineleyecektir. Kendi içinde bir birlik ve düzenden yoksun Arap Dünyası’nı Osmanlı Devleti’ne karşı ayaklanmaları için kışkırtarak, İngiltere’nin safhına katmaya çalışan İngiliz casus Lawrence’in kişiliğinde, milliyetçi bir söylem savunucusu yaratmanın ötesinde, uçsuz bucaksız çöllerde kimliği ve yalnızlığı ile baş başa kalan bir insanın psikolojisini aralamak derdindedir. İngilizlerin emperyalist politikalarının aracı olmak yoluyla Araplara özgürlüklerini kazanmaları konusunda ön ayak olan İngiliz casusu, kendi özgürlüğü konusunda ne yapabil(eme)diğiyle de yüzleştirir bir bakıma. İçine düştüğü karmaşada, Lawrence’ın bastırılmış eşcinsel motivasyonu ile cinsel kimlik kavramını da görece nesnel biçimde tırnak içine alır Lean. Arapları barbar, iki yüzlü ve aşağılık ilan ettiği şeklinde filme yönelen eleştirilere gelince; bu barbarlığı ve iki yüzlülüğü tetikleme ve yönetme görevini İngiliz casus Lawrence'ın üstlendiği ve zaman içinde bir Arap gibi yaşamaya ve hissetmeye-öldürmenin zevkine varır çünkü- başladığı düşünülürse, Araplara atfedilen kötü maya, aslında İngilizlerin doğasına eleştiri getirmek konusunda filmin su götürmez bir dramatik unsuru olarak belirmez mi?

Lean yoluna başka bir görkemli yapımla devam eder: Doktor Zhivago (Doctor Zhivago, 1965). Boris Pasternak’ın romanından uyarlanan film, 1917 Ekim Devrimi sonrası, hükümetlerin düştüğü, orduların çarpıştığı tarihsel ve politik fonunda, bir aşkın herşeye rağmen nasıl olup da dolu dizgin süregittiğinin tanıklığında, tam da yazarının arzusuna uygun biçimde, daha iyi bir Rusya vizyonu yaratır. Zhivago’nun dramı, devrim ile birlikte değerlerinin gerçekliği ile yüzleşmek zorunda kalan aydının portresidir; geçirdiği evrimi ise iki farklı sosyal sınıftan gelen karısı ve sevgilisi temsil eder.

Beş yıllık bir aradan sonra Lean İrlandalı Kız (Ryan’s Daughter, 1970) ile çıkagelir. Arka planda 1916 yılında iç savaşla sarsılan Kuzey İrlanda. Savaşın gölgesinde İngiliz egemenliğine alaysamayla direnç gösteren köylüler, suya sabuna dokunmayan ve elindekinden fazlasını istemeyen bir köy öğretmeni, aidiyet sorununa bir de evliliğinde yaşadığı mutsuzluk eklenen genç karısı ve onun aşığı İngiliz subay. Bağımsızlık savaşı veren bir halkı çevreleyen işgal, sivil-asker çatışması ve ahlaki korkaklık temaları ekseninde, uçlarda seyreden karakterler filmin dramatik dozuna katkı sağlamakla birlikte, teatral bir atmosfer yaratma eğilimi de gösterir. Belki de bu nedenle, daha kısa olmayan önceki filmlerine gösterilen ilgi, bu filmde yerini, aşırı uzun, yavaş ve yönetmenin seyrettiği modern sinema çizgisinden uzak olduğu yönündeki eleştirilere bırakır.

Lean, bu eleştirileri çok ciddiye almış olacak ki on dört yıl boyunca film yapmaz. 1984 yılında E. M. Forster'ın kitabının uyarlaması olan Hindistan'a Bir Geçit (A Passage to India) ile iddialı bir dönüş yapar. Birinci Dünya Savaşı’nın ardından, Hindistan’da yargıçlık yapan oğlunu ziyarete giden Bayan Moore ve ona eşlik eden oğlunun nişanlısı Adela burnu havada İngiliz yöneticilerden farklı davranmak, tabuları yıkmak niyetindedirler. Genç Doktor Aziz bu iyi niyete karşılık verir ve  Marabar Mağaraları'na bir gezi düzenler ancak burada beklenmedik olaylar meydana gelir ve iki ırk arasındaki düşmanlık had safhaya ulaşır. Aziz'in İngilizleri anlama çabası uğradığı tecavüz suçlaması ile yerini hayal kırıklığına bırakır. Hintlilere karşı İngiltere yönetimindeki Hindistan'ı, iki farklı kültüre ait insanların yakınlaşma çabalarını engelleyen önyargıları ve yanlış anlamaları üzerinde doğu-batı sorunsalını açılımlayan film, Hindistan’ın mistik karmaşası içinde, Hintlilerin saflıklarını ve dar görüşlülüklerini iyimser bir tavırla sunarken, İngilizlerin kendini beğenmişliklerini ve nezaketsizliklerini alaya alır. Doğulu ve batılı stereotiplerinin üzerine kurulu karakterleriyle film, iki ırk arasında emperyalizm, ırkçılık ve önyargılar ekseninde alanını genişletirken ötekilik kavramını da sorgular. Filmin, Hintlilerin ulusal kimlikleri nedeniyle maruz kaldıkları ayrımcılığın, beraberinde diğer ötekilikler –kültürel, töresel, ekonomik ve politik- konusunda da bir farkındalık kazandırdığı rahatlıkla söylenebilir. İngilizlerin Hintlilerle aralarındaki yaşamsal kaygılar, ahlaki koşullanmalar, geleneksel kodlar ve insani tutumlar bakımından ayrıksı duruşlarını kırmaya yönelik girişimler İngiltere’den Hindistan’a bir geçit sağlamak konusunda ne kadar başarılı olabilmiştir? Akademinin filme bahşettiği iki ödül kadar mı?

Lean’in tüm filmografisi içinde, görüntülerin ve arketiplerin, öyküyü aktarmak ve belirli bir duygu ve bakış açısını iletmekteki başarısından hareketle tutarlı bir stil ve dünya görüsü taşıdığı bilgisine de sahip oluruz. İnsanların ilgilendikleri şeyin diyalog değil görüntüler olduğu savından yola çıkan Lean, öykülerini ve karakterlerini görüntülerle ifşa eder. Karakterlerinin en büyük kusuru ise, açıkça ortada duran herhangi bir veriyi, bir davranışı bile çözümlemelerine imkan bırakmayacak ölçüde sahip oldukları ben-merkezcilikleridir.

Kariyerine teknik adam olarak adım atan Lean, girdiği kurgu odasından, görkemli filmlerin yönetmeni olarak anılacağının öngörüsü ile çıkmış olmalıydı ki,  mükemmeliyetçiliğini takıntı olarak niteleyenlerin sözlerini boşa çıkaracaktı filmografisi boyunca. Yaşamı da, görkemli sahneleri kadar kalabalık mıydı bilinmez ama ortaya çıkacak şeyden çok sürece kafayı takışı, zihninin kalabalıklığını onayan bir yanıttı kuşkusuz. Dışardaki hayatta uzlaştırıcı ve alçak gönüllü kişiliğiyle bilinenLean, filmleri söz konusu olduğunda son derece küstah ve cüretkar bir adam oluveriyordu. 1991'de zatürreden öldüğünde Joseph Conrad uyarlaması Nostromo'yu çekmeye hazırlanıyordu. Yazık ki, yıllar boyu attığı büyük ama tedbirli adımlarına birini daha eklemeye soluğu yetmemişti...

Filmografi:

 1984    A Passage to India
 1979    Lost and Found: The Story of Cook's Anchor
 1970    Ryan's Daughter
 1965    Doctor Zhivago
 1962    Lawrence of Arabia
 1957    The Bridge on the River Kwai
 1955    Summertime
 1954    Hobson's Choice
 1952    The Sound Barrier
 1950    Madeleine
 1949    The Passionate Friends
 1948    Oliver Twist
 1946    Great Expectations
 1945    Brief Encounter 
 1945    Blithe Spirit
 1944    This Happy Breed
 1942    In Which We Serve