Kinorama 5, 2004

Cem Kayalıgil

 

60’larda büyülü bir şey vardı, öyle ki bizler... şey, şöyle diyelim, düşlüyorduk. Sinemayı, politikayı, müziği, cazı, rock’nroll’u, seksi ve felsefeyi harmanlıyorduk.

 

Sinemanın yaşayan en büyük ustalarından Bernardo Bertolucci, Son Tangoda ayrıldığı Paris’e dönüş filmi The Dreamers’da ‘68 gençliğinin politik coşkusu, entelektüel ilgileri ve bedensel arayışlarını buluşturuyor.

 

Film, ABD’den Paris’e gelen Matthew’un, kendisi gibi sinema tutkunuolan ikiz kardeşlerle (Isabelle ve Theo) beraber geçirdiği 3 aylık zaman dilimine yayılıyor. Üçlü, HenriLanglois’in 9 Şubat 1968 günü Paris Sinemateki yöneticiliğinden men edilişinden Mayıs‘taki öğrenci ayaklanmasına dek geçen sürenin çoğunu evde, kendilerini dışarıda olup bitenden yalıtarak geçiriyorlar. 

 

Biz de; hem Fransa’daki siyasi gelişmelere hem de ikizlerin çocuksu ve kapalı dünyasına yabancı olan Matthew’un gözünden, onun ve ikizlerin ağırlıklı olarak sinemadan devşirdikleri düşsel bir dünya içerisinde gerçeğe direnmelerine tanıklık ediyoruz.

 

Üçü arasında büyüyen aşk (ya da, aslında, Menand’ın tabiriyle “Matthew’unandrojen bir ideale, metafiziksel bir bütünün erkek ve kadın yarılarına duyduğu aşk”) onları İlk bakışta tatmin edebiliyorken, yadsınamayacak karşıtlıkları bertaraf edemiyor. Nitekim filmin sonunda da Theo’nun öngördüğü ayrılış gerçekleşiyor; Isabelle ile Theo’nun birlikte, şiddete başvuran eylemcilerin safına katıldığı, Matthew’un ise bir başına olduğu eski düzenine döneceğinin ima edildiği bu son sahnedeki ayrılışla birlikte, üçlünün ortak düşü de resmen sona eriyor:  Burada ikizler “kitlenin” paylaştığı yeni bir düşe atılırlarken Matthew’un yüzünde, her düşün yalnızca bir “düş” olarak kalışı gerçeğini görüyoruz.

 

“Düş” teması, Bertolucci’nin bakışını artık bütün bir tarihsel döneme çevirip söylemini genişlettiği bu son sahneye dek, filmin üç karakterinin odağında toplanıp güçlendiriliyor. Buraya kadar onları bir arada tutmuş olan düş, formunu, Matthew’un ikiz birliğe duyduğu aşkta buluyor. İlkin Matthew’un, Isabelle ile Theo’nun ailesiyle birlikte yediği yemeğin sonundaki, evrendeki biçimsel uyuma ilişkin tiradında kendisini gösteren bu düş; seyirci olan bizleri de kuşatıp aldatıyor. Zaten öykünün anlatıcısı olması dolayısıyla özdeşleştiğimiz Matthew’la birlikte bizler de aynı düşü görmeye başlıyoruz ve film boyunca da onun aşkının nesnel karşılığını bulduğu sanısına kapılıyor, katılıyoruz. Oysa biçimsel uyum da sadece “biçimsel uyum” olarak kalıyor ve Matthew’u hiçbir tinsel gerçeğe vardıramadan yüz üstü bırakıyor.

 

The Dreamers’ın bütününü bir “tek taraflı aşk” öyküsünün çevresinde kuran Bertolucci, güdük kalan biçimsel uyum düşünün alegorisini de aynalar üzerinden yaratılan bir sinematografi ile yapıyor.

 

Filmin, resimsel gücüyle akıllara hemen kazınan küvet sahnesinde; MatthewTheo ve Isabelle’in yüzlerini dip dibe duran üç ayrı aynadaki akislerinden görüyoruz. Öte yandan, üçlünün hem bedensel hem de hayali halleriyle bitiştikleri bu sahnenin kendisi de, aksini (ve ikinci kere yazmak gerekirse: “aksini”), bir başka sahnede gösteriyor: Isabelle’in, enikonu kendisine ayırdığı düşüne, kendi yatak odasına, bir MiloVenüsü hayali şeklinde daldıktan sonra karşıdaki üç aynadan birden yansımasında.

 

Düşlerin (ama sadece “düşlerin”) buluştuğu bu aşk anı, nesnel karşılığın yitimi yüzünden elbette çok fazla süremeyecek ve sonunda krizi doğuracaktır. Bir sonraki sahnedeyse üç karakterin üçünü de filmde ilk kez kendi odalarına çekilmiş bir halde buluyoruz.

 

Düşler dışlayabildikleri gerçek kadar vardır ve tıpkı Theo’nun çöpten getirdikleri arasında güzel kalmış tek şey olan muz gibi, kabukları onları korudukça temiz kalabilirler. Oysa gerçek kırıcıdır; kimi zaman ölüm bile onun karşısında sadece bir düş olarak kalır.

 

İşte Bertolucci de filminde, Isabelle’in deyimiyle “sokağın eve girdiği” sahnede bize bunu gösteriyor – orada, üçlüyle birlikte biz de uykumuzdan uyanıyoruz. Matthew, kuşkusuz bir süre daha aynı düşü sürdürme gayretiyle ikizlerin peşinden sokağa çıkıyor. Fakat bilmediği şey, gördükleri düşün artık aynı olmadığı oluyor. Onun evrensel uyum hayali sokakta noktalanırken bizler de, gerçeğin ateşinin önünde, Edith Piaf’ın direnişini dinliyoruz:

 

“Hayır, hiçbir şeye – pişman değilim hiçbir şeye.”