Kılavuz, 2004

Gökhan Erkılıç

 

O, her bahar deri değiştiren yılanları kıskanırdı. Bu özelliğin kaygıları ve pişmanlığı sileceğini düşünerek... Bunları söylerken, kendi derisinin bir ömür boyu ona yoldaşlık edeceğinin bilincindeydi.

 

Dile kolay, her türden acı, sancı ve zorluğun çarpıcı başarılarla yaşanır hale geldiği ve tam 94 yıl süren bir hayat. Elia Kazan’ın ölümü, geçen yılın sinema elvedaları içinde en yüklü olanıydı kanımca. Bu yazıda, onun yaşamını, deyim yerindeyse orasından burasından ele alacak ve analiz etmeye çalışacağız. Çağına tanıklık eden bu yaşamın herkese öğretici olabilecek nitelikte dersler taşıdığına inanıyoruz.

 

Osmanlı İmparatorluğu vatandaşı olarak, 7 Eylül 1909’da İstanbul’da başlayan bir hayat... Elia Kazancıoğlu... Çocukluk yıllarının yarısını Anadolu’da, yarısını ABD’de yaşamak durumunda kalan Kazan için, zorlu ama bir o kadar da öğretici bir dönem. Ona türlü türlü sürprizler hazırlayan hayat, henüz Elia’nın kendisine hazırladığı deneysel tuzaklardan haberdar değil. Anadolu ruhunun gölgesi, bu genç Amerikalının üzerine düşmüş. Zamanla Elia da bu durumun farkına varacak.

 

Girdiği sanat ortamında, önceleri 1934-45 yılları arasında yoğun olarak çalıştığı ve 1938’de Liliom’da Ingrid Bergman ile aynı sahneyi paylaşmasını sağlayan tiyatroya yöneldi. Aktör, yönetmen ve eğitmen olarak tiyatroda adını duyurdu ancak elde ettikleri ona yetmez olunca, 1930’lu yılların sonuna doğru sinemaya yakınlaşmaya başladı. Oysa bu yıllarda oyuncu yönetimi dışında sinemadan anladığı yoktu. Sinemada gezinen bir oyuncu, bir tiyatrocuydu.

 

Sinemada senaryosunu da katıldığı Gentleman’s Agreement (1947; Oscar, en iyi film) ile dikkate alındı. İlk önemli filmi olan ve saplantılı bir aşk çeşitlemesi olan Arzu Tramvayı (A Streetcar Named Desire, 1951), Marlon Brando’nun uluslararası tanınmışlığında önemli rol oynadı. Filmi ne zaman izlesem, Kazan’ın kişiliğinin Brando’un canlandırdığı karaktere iyiden iyiye sindiğini düşünmüşümdür. Kazan adıyla neredeyse özdeşleşen Viva Zapata! (1952; Brando, Cannes’1952 FF en iyi aktör), erk yetkisinin yozlaştırıcı yönünü ince saptamalarla ortaya koyarken, halktan uzak düşmüş bir devrim çiziktirdiği, kahraman yaratma sevdasıyla bireyci ideolojinin tuzağına düştüğü ve gerçekleri yansıtmadığı gerekçesiyle eleştiriler aldı. Aynı yıl, Amerikan Karşıtı Çalışmaları Araştırma Komisyonu’na yaptığı açıklamaların ve bir dönem birlikte çalıştığı arkadaşlarını komünist oldukları gerekçesiyle ele vermesinin, ona Hollywood’un kapılarının ardına kadar açılmasında yadsınmaz rolü vardır. O, herşeyi göze almıştı ve yoluna devam etti. Hiçbir zaman pişmanlık duymasa da geçen yılların ardından huzursuzluğunu açığa vuran açıklamalar yaptı. Rıhtımlar Üzerinde (On the Waterfront, 1954; Oscar, en iyi film, yönetmen, aktör, yrd. aktris) filmiyle liman işçilerinin dünyasına eğilerek, sendikaların emekçilerle olan çatışmasını işledi. Filmin başkarakteri olan, olayları bütün çıplaklığıyla anlatan, kişileri ele verecek denli cesarete sahip olan ve suçluluk psikolojisiyle ruhunu hafifletmek için doğru olduğuna inandığı her eylemi yapabilecek Terry’si ile Kazan arasındaki benzerlikler bazılarının gözünden kaçmaz. Sıklıkla eleştirilen kahraman olarak birey yaratma anlayışını, tipik bir Hollywood anlayışı olarak ele almak gerekir. Limanı haraca bağlayan gangsterlerin sendika ile yer değiştirmesini ise, emeğe saygı duyan ancak sendikal örgütlenmenin yarattığı çıkarlara karşı duran bir anlayışa bağlayabiliriz. Anlaşılan o ki önyargılarımız bir yerden ötesini yalnız olasılıklara dayanan yanlışlarıyla kavramamıza el veriyor. Karşımızda sola selam, yola devam anlayışı duruyor. Kazan doğası gereği taşıdığı sol söylemi, liberal ve bireyci bir söylemle süslüyor ve kendi açmazına göndermede bulunuyor. 

 

Yönetmenin 1950’li yıllarda çektiği filmler, Hollywood’un klasik anlatı sinemasının güçlü örnekleri olarak, Kazan adını doruğa taşıdılar. Bu nedenle, bu dönem boyunca Amerikan sineması denince akla gelen ilk isim Kazan oldu. 1960’larda kendisinin çok sevdiği Wild River (1960) ve beğendiği America, America (1963) filmleriyle başarılı olmasına karşın, sinemadan giderek uzaklaştı ve bu yılları çekilmemesinin daha iyi olacağını söylediği The Arrangement (1969) ile noktaladı. Yine bu on yıllık dönemde, yönetmenlik yerini giderek artan bir tempoyla yazarlığa bıraktı. Çok okudu ve Dostoyevski’yi en gözde yazarı olarak gösterdi. Kazan en çok tanınan yapıtlarından biri olan ve aynı adı taşıyan filmine kaynaklık eden America, America ile yazarlığını da kabul ettirmekte gecikmedi. Hollywood üzerine olan ilk ve son filmi olan The Last Tycoon (1976) ile yönetmenlik yaşamına son noktayı koydu ve tümden yazarlığa yöneldi. Oyuncu olarak yeraldığı son film, Zülfü Livaneli’nin yönettiği Sis (1988) oldu.

 

Elia Kazan için son sözler neler olmalı? Hangi  yönünü ele alsanız dengesini bulamamış bir kişilikle karşılaştığınız bu yönetmen için ne demeli? Aklı Anadolu’da kalmış bir Amerikalı... Kaygılarından doğan pısırıklığını, açıksözlülüğü ve saldırgan ihtirasıyla alt etmeye çabaladı. Kendini hiçbir yerin adamı olamama durumuna sokan köksüzlüğü, onu sonu gelmeyen arayışlara itti. Yalnızlık duygusu çıkar hırsını kabarttı. Yaşamı bir zevk dünyası olarak görmesi sınırsız hüznünü dizginleyemedi. İçe kapanıklığı, dış dünyada olanaksızlıklarla savaşmasını ve büyük oynamasını engellemedi. Anlaşılmazdı ama anlaşılması konusundaki en büyük engel, taşıdığı ve kaç tane olduğu bilinmez karakter sayısıydı. Politik açıdan yerden yere vurulan karakter bozukluğunun, bazı durumlarda yaratıcılığın kaynağı olduğunun canlı kanıtıydı. Çocukluğu ve gençliğindeki dışlanmışlık, yaşamdan öç alırcasına başarılı olmasını sağlayan itici bir güçtü. O, kendini başarmaya zorunlu kılmıştı. Kadınlar onun başarma gücünü sınadığı bir alandı. İlişkilerine bağlı kalmayı beceremedi ama bunun, ilişkilerinin uzun süreli olmasının tek nedeni olduğunu söyleyerek sorunu kendince çözmüştü. Ailesini, eşlerini ve Steinbeck veya Strasberg gibi dostlarını yitirmesinin ardından, ölümleri trajedik ayrılıklar olarak görüyordu.

 

Onun sinemasını zengin kılan unsurlar görkemli anlatı tekniği ile karakterleri derinlikli işlemesi ve oyuncu yönetme becerisiydi. Üretkenliği, hırsı, fırsatçılığı, öfkesi, yeteneği ve kişilik bozukluğunun yaratıcılığını tetiklemesi sayesinde hızla yükselmişti. 28 Eylül 2003 günü ölen Kazan, Anadolu ruhunu üstünden tümden atamadığı gibi, Amerikan rüyasını iliklerine kadar yaşadığı halde, kendini bir yabancı gibi hissetmenin huzursuzluğunu asla aşamamıştı.