Kılavuz 2003

Gökhan Erkılıç

 

Özgür dünya kavramı, dünyayı yönetme işini yalnız kendilerine has bir yetenek olarak görenler için anlam taşıyor olsa gerek. İşin sırrı yönettiğince özgür, özgürlüğünce yönetici sayılmanda. ABD’nin, kendini, çiftliği gibi gördüğü dünyanın güçlü ve özgür yöneticisi, diğerlerini ise çiftliğinin kahyası, atı, sap samanı, çiti ve hatta gübresi olarak hissedebilmesi için arada bir hır çıkarıp savaşması gerekmekte. Kaldı ki dünyanın yarısından fazlası yukarıda saydıklarımdan biri olabilmek için çırpınıyor, bazıları da çoktan razı ama takıları arttırmak için naz yapıyor.

 

Tarih, ABD politikasının savaş alanındaki öncü birliğini Amerikan ordusunun, ardıl birliğini de Hollywood’un oluşturduğunu belgeliyor. ABD Kennedy’den Bush’a kadar, neredeyse 35 yıldır, bir türlü kurtulamadığı hastalıklı bir ruh hali içinde her yana saldırıyor. Savaş filmlerinin yüzde doksan kadarı Hollywood yapımı ve zorunlu olarak ordu destekli, dolayısıyla ordu ve savaş olgularına sempatik yaklaşmak gerekir. Özellikle 2. Büyük Savaş sırasında, savaşla ilgili haberleri yaymak amacıyla sinemadan yararlanılır. İlk Irak-ABD savaşının tv ekranlarından canlı yayınlanması, kendilerine gündelik yaşamdan kaçış alanı arayan sürüler ile her akşam masalarda tükettikleri engin kültürel birikimlerine yeni beyaz sayfalar eklemek isteyen entelleri pek bir mutlu etmişti, anımsayın. Kaldı ki Hollywood’da da mutlu sonlar kaçınılmazdır.

 

Sivil kurumlar ve üniversitelerden büyük destek gören Amerikan ve Dünya solu 60’larda en önemli direnişlerinden birini Vietnam’a karşı vermiş ve başarılı da olmuştu. ABD’nin ardında 60.000 ölü ve bir o kadar da kalıcı sakat bırakarak Vietnam’ı terketmesinden daha önemli olan, yenilmezliğinin artık bir masal olmasıydı. Mutlu son yoksa, bölgeye yönelik nostaljik, turistik ve ekonomik getiri koşulları yaratılana kadar Vietnam unutulmalıydı. Öyle de oldu.

 

Oysa, şimdi geçmişe dönüp bakınca, savaş türünü önemli kılanın Vietnam olduğu çok açık.

 

Hollywood’un Vietnam çıkarması çok temkinli gerçekleşti. Yenilgi saplantılı ve yılgın bir ruh hali doğurmuştu. Savaş filmleri içinde Vietnam’ın bu denli öne çıkması normal karşılanmalı. Vietnam’da yenilen Amerikan ordusunu Hollywood’da kazandırmak gerekiyordu. İlk adım henüz savaş bitmeden atıldı. Yeşil Bereliler (Green Berets, John Wayne-Ray Kellogg, 1968) Vietnam’a davet edilen bir gazetecinin gözünden savaşın haklılığını kanıtlamaya çalıştı. Olmadı. Savaş yitirilince kolay lokma olan bireysel dramlar furyası başladı ve mendiller hazır tutuldu. Ortada savaş karşıtı bir söylem olmasa da gözler böyle görmek, yürekler böyle hissetmek istiyordu. Orta sınıfın savaşa olan isteksizliğini vurgulayan Eve Dönüş (Coming Home, Hal Ashby, 1978), aşka boğulmuş bireysel bir Vietnam sonrası dram olarak etkilidir ancak savaştan bihaber gözükür. Vietnam’ın Rus kökenli azınlığın yaşamını değiştirmesini fazlaca bireysel bir öyküye dayandırarak veren Avcı (The Deer Hunter, Michael Cimino, 1978) gerici ve nasyonalist bir finale saplanıp intihar eder. Nedense savaş türünün en ünlülerinden biri sayılan Kıyamet (Apocalypse Now, F. F. Coppola, 1979), Amerikalıların silahları ve bastıramadıkları korkularıyla doğallığa ve ilkelliğe dayanan mutlu ortamı bozulan bu coğrafyayı, Vietnam’dan Kamboçya’ya uzanan ve bireyin içsel dönüşümünü gerçekleştirdiği yolculuğa fon olarak kullanır. Öte yandan, Hollywood kendisine yakışanı yaparak, olmadık Vietnam öyküleri yumurtlamaya başlar ve İlk Kan (First Blood, Ted Kotcheff, 1982) ile tanışırız. İyi ile kötü arasında gidip gelen bir grup askerin çatışmasında debelenen bir savaş atmosferi çiziktiren Platoon (Oliver Stone, 1986 ) görselliği ve kurgusuyla baş döndürür. Stanley Kubrick Full Metal Jacket (1987) ile keskin sirkenin küpüne zarar vermesinin öyküsünü savaşa uyarlar. Ve Hollywood en sonunda, savaşın askerler değil, politikacı ve bürokratlar nedeniyle yitirildiği kararına varır. Savaşın bir hata olduğunu savaşarak öğrenen bir savaş gazisinin yalnızlığını işleyen ve bizleri ileride daha çok savaşların beklediğini gösteren Doğum Günü 4 Temmuz (Born on the Fourth of July, Oliver Stone, 1989) ile savaş ortamının kriminal ve psikopat karakterleri su yüzüne çıkarttığının göstergesi olan ve ABD’nin olur olmaz yerlerde ne aradığı sorusunu kendisine yöneltmesi gerektiğini savlayan Savaş Günahları (Casualties of War, Brian de Palma, 1989) değişimin kanıtlarıdırlar.

 

Bu filmler, Hollywood’un Vietnam sendromundan veya savaşsever kimliğinden kurtulamadığını gösteren diğer filmler sayesinde yalnızlık çekmezler: Git Ispartalılara Anlat (Go Tell the Spartans, Ted Post, 1977), Büyük Kırmızı Bir (The Big Red One, Samuel Fuller, 1980), Birdy (Alan Parker, 1984), Ölüm Tarlaları (The Killing Fields, Roland Joffe, 1984), Hamburger Tepesi (Hamburger Hill, John Irvin, 1987), Saigon (Christopher Crowe, 1988) ve İnce Kırmızı Hat (Thin Red Line, Terrence Malick, 1999). Ancak, geçen yıllar gösterir ki bunların sonunu beklemek boşunadır, çünkü hemen herkesin anlatacağı bir başka Vietnam ya da bir başka savaşın anısı vardır.

 

Bir savaşın öncesinden sonrasına sinema ile uzanmak isterseniz, sırayla Full Metal JacketCasualties of War ve Born on the Fourth of July filmlerini izlemek seçeneklerden biri. Ya da savaş filmleri tarihinden bir derleme izlemek istiyorsanız, Batı Cephesinde Yeni Birşey Yok (All Quiet on the Western Front, Lewis Milestone, ABD,1930), Zafer Yolları (Paths of Glory, Stanley Kubrick, ABD,1957), Kwai Köprüsü (The Bridge on the River Kwai, David Lean, Britanya, 1957), Salvador (Oliver Stone, ABD, 1986) ve Stalingrad (Joseph Vilsmaier, Almanya, 1992) beşlisi doyurucu olacaktır.

 

Savaşla ilgilenen tek sinema Hollywood değil kuşkusuz. Hemen her ülke, kendi politikası doğrultusunda propaganda filmleri çevirmiş, kazandığı savaşları destansı bir görsellikle yeniden yaratmış ancak savaş karşıtı olmak gibi zor bir işe nadiren ilgi duymuştur. Siz gerçekten savaş karşıtı olan bir film izlediğinizi düşünüyor musunuz? Yukarıda adı geçenlerin hepsini de izleseniz bu soruya evet yanıtı vermeniz doğru mu? Sizin bir filmi nasıl okuduğunuz değil burada önemli olan, onun taşıdığı mesaj ve içerik. Böyle bakınca, adı savaş karşıtına çıkmış birçok filmin seyircinin duygusal yorumlarıyla bu misyonu taşır hale geldikleri açık. En ağır eleştirileri getiren ve savaşın gerçek yüzünü gösteren filmlerin bunlar olmadığı da açık. Savaş karşıtı filmler politik çözümlemelere, insanlık suçlarına, barış özlemine, yitirilenlerin yarattığı boşluğun kalıcılığına, işlenen suçların açığa çıkarılmasına ve kanıtlara dayanıyor. Son derece bireysel ve sınıflandırmaları aşan, savaş görüntülerine bağımlı kalmayıp olayın düşünsel analizini yapan filmler de var. Sözgelimi, Godard ve Gorin’in yönettiği Jane’e Mektup (Letter to Jane, Fransa, 1972), Jane Fonda’nın kişiliğinde Amerikan solunun Vietnam olayına bakışını tartıştığı savındadır. Yönetmenler, Amerikan solunun analizinde pasifliği, güvensizliği ve ikiyüzlü liberalliği vurgulamaya çalışsalar da günü ve koşulları görmekten uzaktırlar.

 

Savaş kimi zaman kaçınılmazdır, sizi zorla yok etmeye çalışanlar karşısında yitireceğiniz hiçbir şey kalmamışsa... İspanya İç Savaşı üzerine yapılmış filmlerden biri olan Madrid’de Ölmek (Mourir a Madrid, Frederic Rossif, Fransa, 1965) yıkımın ne boyutlara ulaşabileceğinin canlı tanıklarından biri. Sonuçları açısından, bir yönüyle de sanat dünyasına karşı yapılmış bir savaş izlenimi veren İspanya İç Savaşının görüntüleri, uğrunda ölen kameramanlarını haklı çıkartan kesintisiz bir gerçekliğe sahip. Dünya o günlerde olduğu gibi, bugün de savaşa karşı savaşan uluslararası tugayların varlığına gereksinim duyuyor. Günümüzün savaşları, eskisi gibi özgürlük kazanmak için değil, başkalarından kazanacağı ile kendine daha geniş bir özgürlük alanı yaratmak isteyenlerce çıkarılıyor.

 

Savaş filmlerinin gözünden bakılınca, asıl fatura savaş sonrasında ödenmektedir. Savaşta öldürmek ya da öldürülmek ikilemine düşen ve sağ kalmayı başaran ancak yaşadığı deneyimin kötü izlerinden arınamayan bireyler, savaş sonrasında başıboş bırakılan ve umursanmamaya bir tepki olarak suç işleyen askerler, yaşamının kalan kısmını sakat olarak ve/veya sürekli psikolojik destekle sürdürmek zorunda kalanlar savaşın bilanço defterlerinin kapanmasına engel olurlar. Sevgili Amerika: Vietnam’dan Eve Mektuplar (Dear America: Letters Home from Vietnam, Bill Couturie, ABD, 1987), savaş sırasında amatör kameralarla çekilmiş görüntülere arşiv filmlerinin eklenmesiyle kurulmuş bir film. Vietnam’dan gönderilen ve her nasılsa adresine ulaşmış mektuplardan derlenen anlatısı savaşın gerçek yüzünü ortaya koyması açısından az bulunur bir zengin söylem yaratıyor. Mektuplar gerçek, sevgililer gerçek, çocuklar gerçek, kan ve ölüm gerçek ama Amerika uğruna ölünmeye değer bir sevgili mi? Soruya en doğru yanıtı verecek olanlar ya mezarlarında ya da kayıp listelerinde bir satıra sıkışmış, suskun duruyorlar. Bir başka çarpıcı film: Üzülerek Bildiririz ki... (Regret to Inform, Barbara Sonneborn, ABD, 1998). Bürokrasi askerlerin ölüm haberlerini ailelerine nedense hep üzülerek bildirir. Oysa bürokrasi üzülemez, duyguları yoktur. Kör, sağır, dilsiz, kalpsizdir ama daha da önemlisi beyinsizdir. Üzülen, yıllar sonra kendini yollara vurur, sevdiğinin izini sürer, yönetmenin yaptığı gibi. Ve karşısında kendi kayıplarına karşı aynı duyarlılığı taşıyan karşı cephenin kadınlarını bulur. Askerlerin savaşı biter ancak halkın savaşı kuşaklar boyu sürer.

 

Yazının sonuna en zorunu sakladım. Beş yönetmenin beş kısa filminden oluşan Çocukluğun Ötesinde’nin (Oltre L’Infanzia, İtalya, 1996) Gianni Amelio tarafından yönetilen Barış Bitmedi, Yani Savaş (Non e finita la pace, cioe la guerra) adlı bölümünü, izlemek ne kadar zorsa çekmek de bir o kadar zor olmuştur, eminim. Amelio, savaşın hemen ardından gittiği Saraybosna’da, savaşa tanık olan değil yaşayan ve bunun etkilerini bir ömür boyu bedenlerinde ve ruhlarında taşımak zorunda kalacak çocukları kamerasının karşısına alır. Onlardan savaşı anlatmalarını ister. Bütünü bir yakın-plan çalışması olarak sıradışı bir anlatıma sahip olan, içeriğiyle de savaşların açtığı yürek yaraları ve doğurduğu kin nedeniyle yeni savaşların yolunu açtığı mesajını taşıyor. 

 

İşte size savaşa karşı durmak için dört güçlü film, dört dayanak. Savaşlar başlar, sona ermez. Dört filmden ikisinin Amerikan yapımı olmasına şaşmamak gerek. Faturayı karşıtları kadar kendileri de ödüyor, ödeyecek. Hayatımız boyunca hep aynı vizörden bakmaya zorlandığımızı hiç düşünmedik mi? Değişiklik istediğimizde açımızı değiştirmenin yeterli olacağı sözünden hiç kuşkulanmadık mı? Uzatmayalım, siz hiç savaşı bir Vietkongun, bir Iraklının ya da bir Bosnalının gözünden anlatan film izlediniz mi? Ve bunun savaş karşıtlığı ile olan ilgisini şu an kendinize soruyor musunuz?