TENEKE TRAMPET

 

Gülbin Paytar

 

Yönetmen: Volker Schlöndorff

Senaryo: Günter Grass (roman), Volker Schlöndorff, Jean-Claude Carriere, Franz Seitz

Görüntü Yönetmeni: Igor Luther

Sanat Yönetmeni: Nicos Perakis

Müzik: Maurice Jarre

Kurgu: Suzanne Baron

Oyuncular: Mario Adorf, Angela Winkler, David Bennent

1979 / 142’, B. Almanya, Fransa, Polonya, Yugoslavya

 

Haziran ayı içinde sosyal medyada durmaksızın akan binlerce ileti arasında bir an için görünüp kaybolan bir haber sinema meraklılarının dikkatini çekmiş olmalı. Haber şöyleydi: “Alman yönetmen Volker Schlöndorffun yabancı dilde film Oscar’ını kazanan Teneke Trampet filminde birlikte çalıştığı Slovak görüntü yönetmeni Igor Luther 7 Haziran 2020 tarihinde, 77 yaşında hayata gözlerini yumdu.

 

Teneke Trampet (Die Blechtrommel, Volker Schlöndorff, 1979) önemli bir edebiyat yapıtının başarılı sinema uyarlaması olarak kabul edilen, içerdiği hayli rahatsız edici bazı ögeler nedeniyle zamanında birçok ülkede yasaklanmış ve bazı yerlerde ancak mahkeme kararları sonrası serbest bırakılmış, ortak yapımcı ülkelerden ikisinin (Batı Almanya ve Yugoslavya) bugün artık sahnede bile olmadığı bir film. Ülkemizde ise 1980’den kısa süre sonra olmasına karşın şaşırtıcı biçimde gösterime girerek izlenme olanağı bulmuş, şanslı bir sinemasever kuşak üzerinde önemli etkiler bırakmış bir yapım. Böylesi bir filmin görüntü yönetmenliğini yapmış bir ismin kaybı da sinema sektörü için önemli elbette. Bununla birlikte, dünyadaki otoriter yönetim örneklerinin kaygıyla izlendiği günümüzde, aradan geçen yıllarla sinema tarihinin sayfaları arasına sıkışan bu filmin tekrar hatırlanmasına vesile olması önemli sayılabilir düşüncesindeyiz.

 

Teneke Trampet bize bir yandan 1920’lerin sonlarında Danzig’de ‘iki baba ile bir anneden oluşan’ bir aileye doğan ve ilk gençliğini Nazilerin iktidar yolunda yükselişe geçtiği 1930’lu yıllardan, düşüşün başladığı 1940’ların ortalarına kadar olan dönemde geçiren küçük Oskar’ın hikayesini anlatırken, diğer yandan da o günün toplumuna kuvvetli bir eleştiri getiriyor. Hikayenin başlarında, içine doğduğu toplumun dürüstlük, aile ve bireysel çıkarlar gibi konulardaki çöküntüsünü erken yaşta gören küçük Oskar’ın, köklerinin dayandığı sağlam yapılı köylü sınıfını temsil eden büyükannesine duyduğu bağlılığı kaybetmemekle birlikte, yaşadığı zamanın kendisine dayattığı yaşam biçimini reddederek ‘büyümemeye karar vermesine’ tanık oluyoruz. Bu süreçte, masum görünüşünün ardında gizlenen kötücül ve hayli ürkütücü yanını da bize göstermekten çekinmeyen Oskar’ın elinde, etrafında olan bitene karşı kullandığı sadece iki enstrüman vardır artık: Camın, çerçevenin aşağı inmesine sebep olan yüksek perdeden tiz sesi ve kimse ilgilenmese de boynuna asıp durmaksızın çaldığı teneke trampeti.

 TT3

 

Nazi politikalarının Alman halkı tarafından kabul edilmesinde, Nazi partisinin yükselişinde ve iktidarının tüm dünyayı etkiler hale gelişinde, olacakları sezmelerine karşın sessiz kalan ya da etkisiz teneke trampetlerine sıkı sıkıya sarılmaktan başka bir şey yapmayan Alman entelektüellerinin de sorumluluğu vardır kuşkusuz. Dolayısıyla film hakkında yazılanların pek çoğunda Alman orta sınıfının eleştirildiği görüşü yer alsa da filmin asıl eleştirisinin orta sınıfın yanı sıra ve hatta ondan fazla, bir kısım sanatçı ve aydına yöneldiği görüşündeyiz.

 

Kahramanımızın, örneğin, bir itirazı vardır var olmasına da olanları değiştirmek için çabalamaya gücü ve daha önemlisi niyeti var mıdır, işte orası hayli şüphelidir. Çevresinde itiraz etmek istediği her olaya çığlık atarak ve trampet çalarak tepki gösteren Oskar’ın başlangıçta yarattığı ufak karışıklıkların zamanla kanıksanması ve gördüğü haşarı çocuk muamelesiyle olaylar üzerinde etkili olamaması filmin temel açmazlarından biri olarak öne çıkmaktadır. Oysa ki bu duruma zamanla Oskar da alışır, neredeyse işine gelir: itiraz yöntemi etkisizdir belki ama en azından kimse onu ‘hiçbir şey yapmamakla’ suçlayamaz. Hatta bir süre sonra tiz çığlığını bile sadece kendisi gibi büyümeyen sanatçı sevgilisine güzellemeler yapmak için kullanır artık.

 

Çocuk görünümünün yarattığı korunaklı duvarların ardında kendi bencilliğini yaşamayı tercih eden Oskar, büyümeyi reddederken etrafında gördüklerine karşı etkili bir tutum takınmayı reddeder aslında. Cinsellik de dahil, bir yetişkinin her türlü deneyimine hayatında yer vermesine karşın, bunların sorumluluğunu bir yetişkinden beklenecek şekilde üstlenmeyi düşünmez. Çok sevdiği Musevi oyuncakçıyı ölüme sürükleyen politik rüzgarlar onu sarsmaz mesela. O, yırtılan teneke trampetinin yerine, yağmalanmış dükkanın rafında kalan son yeni trampeti uzanıp almaktan memnundur. Yahut gerçek babası olmasından ‘amcasının’ kendisi yüzünden diğer Nazi karşıtı direnişçilerle birlikte ölüme gitmesinde bir vicdan muhasebesi yaşamaz, onun derdi trampetini tamir ettirebilmektir. Kamera bir bağ kurma arayışıyla sık sık Oskar’ın yüzüne döner, filmin neredeyse her anında onu takip eder, ancak bu tekinsiz yüzde bir duygu ya da düşünce okumamız pek mümkün olmaz.

 TT1

 

O dönem Danzig toplumunun tipik bir mensubu olan annesi, tiksindirici yöntemlerle yakalandığını gördüğü ve aslında ne olduğunu gayet iyi bildiği yılan balıklarını yemeyi -iktidarın politikalarını ve nimetlerini kabullenmeyi- başlangıçta reddetse de aynı balıklar Nazi Partisi üyesi eşi tarafından pişirilip şık bir sofrada, porselen tabakla sunulduğunda afiyetle yemeyi pekala kabul eder. Hatta bu kabulü öylesine ileri götürür ki bir kez yemeye başlayınca kendini durduramaz ve yılan balığı konservelerini doyumsuz bir iştahla şuursuzca tüketerek, tıpkı Alman toplumu gibi kendi kendinin mahvına sebep olur.

 

Oskar annesinin ölümüne üzülür elbette ama üzüntüsü eve gelen genç güzel yardımcıyla ilk kez yaşadığı cinsellik girişimlerine veya bu konuda rakip saydığı babasını kıskanmasına engel olacak kadar derin değildir. (Aynı film bugün çekilse böylesi bir rolün küçük yaşta bir oyuncuya verilmesine itiraz edenler de olur mutlaka diye düşünmeden edemez insan.)

 

Bir ara, yine kendisi gibi büyümeyi reddeden bir grup sanatçıyla birlikte, artık bir sirk gösterisinin parodisi olmaktan öte anlam taşımayan ve sadece Nazilerin eğlencesine hizmet eden gösteri dünyasına katılmayı da pek sorgulamadan kabul eder.

 TT2

 

Oskar, belki de ilk gerçek dehşeti sevgilisini savaşa aniden kurban verdiğinde yaşayacak, sonrasında döndüğü aile ocağında da Almanya’nın yenilgisini, eve giren Rus askerleri kendi hatası sebebiyle babasını öldürdüğünde kesin olarak anlayacaktır. Nihayet her şeyin sona yaklaştığı, kendisini çocuk bırakan baskı rejiminin düşüşe sürüklendiği bu anda teneke trampetini de babasıyla birlikte mezara koyarak terk edecek, büyümeye karar verecektir. Ancak bunca reddetme, kaçış ve yıkımın ardından başlayan yeni büyüme dönemi için acaba biraz fazla geç kalınmamış mıdır? Yaralı Oskar, filmin başladığı yerde, Avrupa kırsalının patates tarlaları içinde arabayla taşınırken izleyicinin zihnine de bu soruları bırakarak uzaklaşır.

 

Filmin başarısında yönetmen Volker Schlöndorff’un, film çekildiği sırada henüz 11 yaşında olan ve baş kahraman Oskar’ın tüm yükünü şaşırtıcı bir başarıyla omuzlayan oyuncu David Bennent’le uyumlu birlikteliğinin rolü büyük olsa gerek. Aradan geçen 41 uzun yıl sonra hala diri kalmasının ve söyleyecek sözü olmasının ise dayandığı edebi eserin gücünden olduğu kadar filmin oluşturduğu görsel dilin etkisinden de kaynaklandığı şüphesizdir. Sinemaya aktarılması çok zor olan bu yapıtı, bir daha bir araya gelmesi olanaksız oyuncu kadrosu ve teknik ekibi ustalıkla yöneterek sinemaya aktarma cesaretini gösterenlere saygı duymamak elde değil.

 

Igor Luther’in ölümü nedeniyle de olsa on yıllar öncesinden gelen bu benzersiz filmi bir kez daha hatırlarken, tüm ‘itirazı olanlara’ gönüllerince gelişip cesaretle büyüyecekleri özgür zamanlar dileriz.