Kinorama 9, 2004

Yeşim Aslan

 

1959 yılınsa Üsküp’de doğan Milcho Manchevski, belgesel, deneysel, müzik videosu ve reklam türünde 50’nin üzerinde kısa film çekti…  Gerçek sinema tutkunları iyi bilirler, Türkiye’de ve dünyada en iyi filmler arasına giren, senaristliğini ve yönetmenliğini yaptığı Before the Rain (Yağmurdan Önce) (1994) ile uluslararası festivallerde 30 ödül kazandı, 1995 yılında en iyi yabancı film dalında oscara aday gösterildi. Venedik Film Festivali’nin açılışında gösterilen 2001 yapımı Dust-Toz ise çok tartışıldı. “Türk düşmanı” etiketi yapıştırılan film, Türkiye’de hiç gösterime girmedi.

 

Milcho Manchevski ile 23 Temmuz 2004 tarihinde saat 08.00’de tenha Beyoğlu’nda yürüme şansını yakaladım. Balkan savaşlarından, bugünün sinemasına, genç sinemacılardan Hollywood sinemasına ve kendisine yapılan haksız eleştirilere kadar geniş bir yelpazede uzun bir söyleşi yaptık.

 

Onun yağmuru çoktan dinmiş olsa da, dünya hep yeni yağmurlara gebe…

 

Üsküp’de liseden mezun olmadan önce bir çok kısa film çekmişsiniz. O zamanlarda film çekmek, yaşamınıza sinemayı sokmak konusunda çok genç ve kararlı bir farkındalık gerektiriyor. İlk kısa filminizi çekmeden önce tam olarak ne düşündünüz? Bu kararlılığın nedeni neydi?

Liseden mezun olmadan önce film okuluna girebilmek için kendime bir portföy oluşturmak üzere bazı kısa filmler çektim. O zamanlar vaktimi daha çok yazarak geçiriyordum. Yazmayı seviyordum, hala da yazmayı film çekmekten daha çok seviyorum. Yazarken kendimi daha rahat ve güvenli hissediyorum. Film çekmeye başlamamamın nedeni yazılarımı geliştirmek için verdiğim bir karardı. Aslında yazılarımı daha çok insana ulaştırmanın yolunu arıyordum. Sinemayı bu yüzden seçtim çünkü bir çok insan okumuyor. Özellikle Makedonya’da yazıyorsanız çok fazla insana ulaşma şansınız yok çünkü Makedonca küçük bir dil. Ayrıca o zamanlar lisedeydim. Birçok profesyonel dergide yazıyordum. Daha 19 yaşındayken yaklaşık 200 makalem yayınlanmıştı. İşte bu zamanlarda okuldaki profesörüm, ne yapacağımı sordu. Ben de bir yazar, gazeteci olacağımı söyledim. Onun eşi de gazeteciydi ve bana gazeteciliğin içinde bulunduğu durumu görmüyor musun dedi. Sansürden bahsediyordu. Editörler yazınızı değiştirebilirler, başlığı değiştirebilirler, anlamı değiştirebilirler. Yazmanıza izin verilmeyen konular vardır. Profesörümün haklı olduğunu düşündüm. Belki de gazetecilik çok sınırlanan bir alandı. Bana neden okulda sahne oyunları yazmadığımı sordu. Ben de evet iyi fikir diye düşündüm. Yani şans eseri gelişti. Şans eseri verilmiş bir karar da olsa, daha sonra bu konuda çok ciddi çalışmaya başladım. Bu kadar uzun yıllardan sonra, filmin 19. yüzyıl romanı olarak bir hikaye anlatma aracı olduğunu fark ettim. Öykü yapısı konusunda kendimi hep rahat hissettim. Film çekerken bana yardım eden de buydu. Jenerikte adı senarist olarak geçmese bile yönetmen gerçek bir hikaye anlatıcısıdır. Çünkü hikayeyi anlatmak için sadece kelimeleri değil, bir çok şeyi kullanırsınız.

 

Gazetecilikteki sansürden bahsettiniz. Aynı şey film sektöründe de olmuyor mu? Fark ne?

Çok fark yok! Sansürün ve diktatörün düşüncesi kendisini göstermek için her zaman bir çok yol bulacaktır. Film yapımında bunu çok belirgin hissedersiniz. Bunun köklerinde diğer insanları kontrol etme ihtiyacı yatar. Sanırım bu durum, kendileri ile ilgili iyi şeyler hissetmeyen insanlara kadar gidiyor. Kendilerine kızdıkları için başkalarını kontrol altına alıyorlar. Ben, filmlerim başka ülkelerde gösterilmeye başlandığında sansürle karşılaştım. Hayatımdaki en önemli şeylerden biri, sansürle savaşmak. Ama bu savaşı çalışmalarımla sürdürmek. Eğer bu hiç film yapmamak, hiçbir şey üretmemekse, sansürle savaşmak için benim seçeceğim yol bu olacaktır. Çok ilginçtir, sansür için önemli olan konular değildir. Çoğu zaman diğer insanları bastırmak için yine diğer insanların etki gücü kullanılır. Eğer kendi düşüncelerini size başka insanlar aracılığıyla dayatıyorlarsa, konu hiç önemli değildir. Tarihsel olarak bu genelde din konusunda olmuştur ama her zaman din konusunda olmak zorunda değildir.

 

Aradan yıllar geçti. Dönüp o günlere baktığınızda, bu kararınızı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Hiçbir şeyi değiştiremem. Bu nedenle kendimi değerlendirmek için geçmişe dönüp bakmıyorum. En azından bilinçli olarak yapmıyorum bunu.

 

1995 yılında Cineaste Dergisi’nde yayınlanan söyleşinizde kendinizi ne bir Balkan ne de orada yaşamanıza rağmen bir Amerikalı gibi hissetmediğinizi söylüyorsunuz. Amerikalı hissetmemeniz anlaşılır bir şey. Ama Before The Rain’de de görüldüğü gibi Makedonya’ya karşı duyarlısınız. Makedonya’ya dışarıdan bakan bir film değil Before The Rain. Bu bir film hilesi miydi, yoksa aslında Makedonya’yı yüreğinizde hissediyor musunuz?

Makedonya için çok güçlü duygular hissediyorum. Bunun birkaç nedeni var.  Birincisi, orada yaşayan insanlar konusunda çok güçlü hislerim var. Sevdiğim bir çok insan orada yaşıyor. İkincisi ise, fark ettiğim şeyler. Bunlar; görüntüler, yerler, kelimeler, yüzler… Bunlar iyi ya da kötü olduklar için değil, sadece ben fark ettiğim için benim için önemli olan şeyler. Nesnel olarak, kendi ülkenizin daha iyi olduğunu söyleyemezsiniz. Çoğu zaman, gerçekten çok kötü, çirkin yerlerden gelen insanlar kendi ülkeleri için çok kuvvetli duygular besleyebiliyorlar. Ben bu durumun farkındalıkla ilgili olduğunu düşünüyorum. 10 ya da 20 yıl önce deneyimlediğiniz bir şeyi yeniden fark ettiğinizde, çok güzel bir bağlantı kuruluyor beyninizde. Sanırım bununla da ilgisi var. Bazen kendimi dışarıdan gözlemliyorum. Makedonyalı ve Balkan yurttaşlarımı gözlemliyorum. Ve kendimi düşündüğüm, yaptığım şeylerde Makedon ya da Balkan bir insandan farklı görüyorum. Beden dilimin, konuşma tonumun, etnik algımın çok farklı olduğunu görüyorum. Aslında daha da önemlisi ben genellemelere karşıyım. İnsanlar sizi belirgin bir kategoriye koymaya çalışıyorlar. Eğer birisini Alman, Yunanlı  ya da İskandinav olarak genellerseniz, bu insanı ırkçılığınızın bir sembolü haline getirirsiniz. Fransa’da bir eleştirmen bana Before The Rain’in bir doğu Avrupa filmi gibi görünmediğini söyledi. Bunun bir kompliman olup olmadığını anlayamadım. Ama kesinlikle ırkçılık kokuyordu. Bir doğu Avrupa filmi nedir? Milos Forman doğu Avrupalı mıdır? Roman Polanski Doğu Avrupalı mıdır? Ya da sadece Krzysztof Kieslowski Doğu Avrupalı mıdır? Dusan Makavejev Doğu Avrupalı mıdır? Örneğin ben kişisel olarak Kieslowski ve Makavejev arasında bir benzerlik görmüyorum. Yani birisi doğu Avrupa estetiğinden bahsediyorsa, benim filmimin nasıl olması gerektiği konusundaki beklentisi ırkçıdır. Filmi, bir film olarak izleyip sevmelisiniz, bir doğu Avrupa filminin nasıl olması gerektiğine dair beklentilerinize göre değil. İki filmimde de, özellikle Dust’da, klişelerden kaçındım. Yeni şeyler, arketipler kullanmaya özen gösterdim. Sonuç olarak, klişeleri reddeden bir film yapmalısınız. Büyük ihtimalle çalışmanıza karşı çok büyük tepkiler gelecektir.

 

Savaş muhabiri Alexander’ın öyküsü (Before the Rain) sizin yaşantınızdan esintiler taşıyor mu? 

Açıkçası bazı benzerlikler var, ama ben bunları bilinçli olarak yapmadım. Biliyorsunuz orada benim de yaşadığım gibi, uzun yıllardan sonra bir eve dönüş duygusu var. Ama Alexander’ın öyküsü ile benim öyküm birbirinden çok farklı. Eğer dürüst bir çalışma yapıyorsanız, filmdeki her karakter, her güçlü duygu sizin daha önceden deneyimlediğiniz bir şeye dayanır.  Karakterler sizin kim olduğunuza dair bazı ipuçları içerir. Hayallerinizdeki karakterler, sizin yansımalarınızdır. Ama orada bilinçli bir çaba yoktu. Aktörle çalışırken, onun babam gibi yürüdüğünü, babam gibi konuştuğunu fark ettim. Fazla konuşmuyordu. Karakterde çok fazla kişisel izler vardı. Ama öykü tamamen kurgusaldı.

 

Etnik, dini ve kültürel farklılıkların aşkın ve dostluğun önünde aşılamayacak denli köklü engeller yarattığını düşünüyor musunuz? Before The Rain’deki kadar acımasız ve karanlık bir gelecek mi uzanıyor önümüzde?

Bu kişiye bağlı. Bazı insanlar diğer insanlardan nefret etmek için etnik ve dini farklılığı bir özür gibi kullanıyorlar. Eğer bu özre sahip değillerse, farklı bir neden bulacaklar. Yani ben bunun etnik farklılıktan kaynaklandığını düşünmüyorum. Bu sadece nefret etme ihtiyacı… 

 

Dust’da öykü Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkanları terk ettiği yıllarda başlayıp New York’da sona eriyor. Bu durum bölge üzerindeki politik hakimiyetin el değiştirmesine bir gönderme mi?

Hayır, Dust bir tarih dersi değil. Tarih, coğrafya gibi konularda insanlara bir şey öğretmek için yapılan filmler sanat filmleri değildir. Bu tür filmler CNN’e ya da NationalGeoraphic’e aittir, sanat sinemasına değil. Ben insanların içinde bulundukları durumlarla, insan kalbiyle, ruhuyla ilgileniyorum. İnsanların nasıl sevdikleriyle, nasıl acı çektikleriyle ilgileniyorum. Ve eğer Osmanlı İmparatorluğu’nda insanların aşk yüzünden acı çektikleri bir durum varsa, filmi Osmanlı İmparatorluğu’nda çekerim. Eğer antik Mısır’da olursa, filmi antik Mısır’da çekerim. Eğer gelecekte oluyorsa, filmi gelecekte çekerim. Bu film bir tarih dersi değildir. Before the Rain de Balkan savaşı hakkında bir tarih dersi değildi. Balkan savaşı konusunda çekilen gerçek bir film Before The Rain’den çok daha farklı olurdu. Before the Rain üç aşk hikayesini anlatıyordu. Şimdi, Dust bir tarih dersi değil. Ama filmi tarihin belirli bir bölümünü baz alarak çekmeye karar verdiğimiz zaman, kendimi tarihsel olayların doğruluğunu yansıtmak konusunda sorumlu hissettim. Önce Dust, aynı karakterler ve aynı hikaye ile Meksika’da çekilecekti. Meksika devrimi ve Makedonya komitesi’nin Osmanlı İmparatorluğu’na karşı verdiği savaş arasında paralellik vardı. İnsan ilişkileri hemen hemen aynıydı. Filmi Meksika’da çekmeye karar verdiğimizde tarihsel olarak bütün araştırmaları yaptım. Filmin çekimini Makedonya’ya kaydırdığımızda da tarihsel olarak bir hata yapılmaması için dönemin Amerikan vahşi batısı, Osmanlı İmparatorluğu ve Makedonya hakkında 160 kitap ve makale okudum. Bu makale ve kitapların çoğu o dönemde yazılmıştı. İlginçtir, film Venedik Film Festivali’nin açılışında gösterildiğinde çok tartışmalar oldu. Bir çok insan Dust’da Makedonya’nın çağdaş savaşının metaforunu gördü. Eğer bir gün bu filmi izleme şansınız olursa, konunun bu olmadığını siz de göreceksiniz. Umuyorum Türk seyircisi bir gün Dust’ı izleme ve ne düşünmeleri gerektiğini söyleyen bir sansür olmaksızın yorumlama şansını elde eder. Bir çok eleştirmen, filmi nasıl görmek istedilerse öyle gördüler. Böylesine agresif bir sürü mantığı karşısında hayrete düştüm. Öncelikle söylemeliyim bu filmi çekmek yedi yılımı aldı. Geleceğe bakıp yedi yıl önceden Makedonya savaşı hakkında bir film yapamazdım. Film Makedonya savaşı sırasında çıktı. Ama zaten önceki yedi yıl boyunca yapılıyordu. Filmde bunun bir metafor olduğunu söyleyen hiçbir şey yok. Yani burada kendi fikirlerini ve ırkçılıklarını film aracılığıyla göstermek isteyen insanlar vardı. İngiliz bir eleştirmen, filmde Türk ordusunun gösteriliş biçimi nedeniyle, filmin Türkiye karşıtı olduğunu söyledi.  O an, sorusunu yüceltmemek için cevap vermeye bile gerek görmedim çünkü bunun doğru olmadığı filmde son derece açıktı. İngiliz eleştirmenin çok farklı bir gündemi vardı. Filmi yapan İngiliz şirkete karşıydı. Çok sonra aynı kişiyi Kuzey İrlanda’da ırkçı faaliyetlere katılırken gördüm.  Yani o aslında kendi ırkçılığını göstermeye çalışıyordu.  Eğer Dustı izlerseniz, Türkiye’nin değil, ordunun betimlemesini görürsünüz. Yani eğer betimlenen askerlerin geri zekalı olduğunu görürseniz, bunun nedeni orduların yaptığı gibi öldürmenin mantığının geri zekalıca olduğudur. İkicisi, orada gösterilen Türk ordusu değil, Osmanlı ordusudur. Eleştirmenin bilmediği, Osmanlı ordusunda Türklerin, Arnavutların, Müslüman Makedonyalıların vs. olduğuydu. Üçüncüsü, filmde sadece Osmanlı ordusu vahşi olarak gösterilmiyor. Makedonya Komitesi (gerillaları), Arnavut ve Yunan çeteleri, Amerikan kovboyları, yani elinde silah olan herkes vahşi olarak gösteriliyor. Sadece belli bir grup insanın vahşi olabileceği fikri başlıbaşına ırkçılıktır. Sonuç olarak, Dust bir tarih dersi değil ama tarih üzerine kurulu bir filmdir. Filmde kullanılan fotoğraflar, örneğin Osmanlı askerlerinin kesik kafalarla poz verdikleri fotoğraflar gerçek fotoğraflardı. Osmanlı ordusunun vahşi bir ordu olduğu gerçeğiyle yüzleşilmesi gerek. Sivilleri öldürüyorlardı, köyleri yakıyorlardı, tecavüz ediyorlardı. Bunların hepsi belgelenmiş. Bir çok ordu bunu yaptı, hala da yapıyorlar… Balkan savaşları sırasında Yunan, Bulgar ve Sırp orduları da aynı şeyi yaptılar ve bunlar da belgelendi. Tüm bunların inkar edilmesi, geçmişteki tutumların düzeltilmesi için şuanda hiçbir şey yapılamamasının tarihsel nedeni. “Tamam, bunlar oldu, şimdi ben bunları kınıyorum ve şu anda ben yapmıyorum” demek ilerlemenin tek yolu. Almanya bu duruma çok güzel bir örnek.

 

Avrupa gibi tarafsızlık komedisini oynadığınızda görmezden geldiğiniz şiddetin gücünden yana tavır alıyorsunuz. Taraf olduğunuzda şiddetin içine düşüyorsunuz. Hayat varoluşçu bir paradoks mu?

Bilmiyorum. Politikada tarafsızlık yoktur. İnsanlar tarafsızlarmış gibi davranırlar. Birey olarak, felsefeci olarak belki tarafsız davranabilirsiniz ama politikanın doğası sizin gerçekten tarafsız olmanıza izin vermez. Aslında Avrupa da tarafsız değildi. Avrupa da dahil oldu. Yugoslavya’nın dağılışını abarttılar. Almanlar, Fransızlar, İngilizler, Yunanlılar, her biri Birleşik Avrupa’ya ait olmayan, kendi ayrı gündemlerine sahiplerdi. Tabi ki savaşı Avrupa yaratmadı. Size olan her şey sizin sorumluluğunuzdur. Ama Avrupa’lı politikacılar Yugoslavya’nın dağılışı sırasında katıldıkları ve sonra kendi hareketlerinin sonuçları ölümcül olmaya başladığı zaman ortadan kayboldukları için sorumlular.