Kılavuz, 2004

Gökhan Erkılıç

 

Gündemi izleyenler bilirler, kitabevlerinin sinema raflarına düşen en taze kitaplardan biri de Hitchcock Sineması adını taşıyor. Robin Wood tarafından yazılan kitap, Ertan Yılmaz’ın çevirisiyle dilimize kazandırıldı. Kitabın kapağını kapattığım an, Wood’un bütün çıplaklığıyla sunduğu karakteristik özelliklerinin, dünya üzerine olan gözlemlerinin ve değer yargılarının, bundan da öte onları dışa vurmada gösterdiği açıklığın, zaman karşısında evrim geçiren film çözümlemelerine kıyasla çok daha ilginç olduğunu düşündüm. Doyurucu çözümlemeleri beğeni toplayan, en gözde yorumları sıklıkla yürütülen ve eleştiri anlayışına öykünülen bu adamın başarısının ardında, dünyayı yorumlamada alabildiğine öznel olan yaklaşımının etkinliği ve özel yaşam seçimlerinin sağladığı duygusal enerjiyi eleştiri alanına yönlendirme becerisi uzanıyordu. Bu durum, birçok açıdan eleştiri dendiğinde savunduğum değerleri ortaya çıkardığı için, kendime yeni bir dayanak bulmanın hazzını yaşattı bana. Bu nedenle, aşağıda, Hitchcock üzerine yapılmış çözümlemeler hakkında ne düşündüğümü değil, bir eleştirmenin ardına kadar açılmış dünyasında neler olabileceği veya neler olması gerektiği üzerine, yalnız çıkış noktalarını Wood’un kişiliğinden alan bir yazı, öznelliğe küçük çaplı değinilerle yakılmış bir ağıt bulacaksınız.  

 

İyimserlik yaşadığımız dünya koşulları düşünüldüğünde gerçekleri görmeyi engelleyen bir olgu. Çağımız koşullarında, insanın kendisi tarafından üretilen sentetik bir duygu. Kişisel isteklendirme yani bir işe motive olma konusunda işe yaradığı bilinen iyimserlik, gerçekçi nedenlere dayanmadığında bir sonraki aşamada karşımıza karamsarlık olarak dikiliyor. İnsanların değişken ve sorunlu kişiliklerinde önemli bir etken, adına şu iyimserlik denen şey. Sözün kısası, iyimserliğe neden olmadığı durumlarda iyimserliğe açık kapı bırakılmamalı. Eleştiride zenginliğin ön koşulu öznellik. Nesnellik diye tutturanların yıllar boyu yaptığı ortada. Dar bir kulvarda tepinenler, herkesin gördüğünü yalnız kendisinin gördüğünü sanarak gerinenler ve ortaya dökülen zevksizlik ürünleri. Nesnellik ancak niteliksiz öznelliğin bir adım önünde giden bir sığlık olsa gerek. Nesnelliğin yaratıcılıktan dizleri titreyenler, öznel olana hep korkuyla bakanlar ve kendini güvende hissetmek isteyenler için vazgeçilmez olduğu bir gerçek. Ya eleştirmenin taşıdığı özellikler? Eleştirmenin eleştirisinin etkinlik alanı kendisini de kapsamalıdır. Bu durum kimliğin sunumu ve söylemde açıklık politikasını, kendini bilmeyi, samimiyeti ve tutarlılığı getirir. Eleştiri eleştirmenin kimliğini taşımalıdır. Kişiliğin sağlamlığı eleştirinin sağlamlığı için önemli bir ölçüdür. Kendini tanımayan insanlarla her iş zordur ama bir de bunlar kendilerine düşünce alanını seçmişlerse işimiz daha da zorlaşır. Bu nedenle olsa gerek, bu tipteki insanlar düşüncenin ardından gelen eleştiride kaybolur giderler. Eleştirinin  yapıta doğru sorular yöneltmek olduğu düşünülecek olursa, yanlış olanın ve yanlışını göremeyenin doğru soruları nasıl üreteceği konusu bir çıkmazdır. Nesnel olanın bile altından kalkamayanın, aranan yanıtların çoğulcu okumaya dayandığı öznelliği yakalaması nasıl düşünülebilir ki?  Bir de sinemanın bizler için neyi ifade ettiği konusu var. Karşımıza zamanımızı öldürmekten tutun da hayatımızın olmazsa olmazı olmaya kadar çok çeşitli seçeneklerle çıkan sinema en son noktada bize ne verebilir? Zamana, yaşama ve ölüme karşı dayanıklılığı ve direnmeyi. Sinema varoluşçuluğun şimdilik en yeni ve son versiyonudur.

 

Dünya sinema yayıncılığının dergi kulvarında koşan yapıtlar arasında açık ya da gizli süren bir savaş var. İçeriklerindeki kuram zenginliği, gündemi yakalama becerileri ve görsellikleriyle olduğu kadar yayınlandıkları dille de olumlu veya olumsuz bir görünüm edinirler. Özellikle listenin üst sıralarında, içerikle tanınmışlık ters orantılı bir görünüm sunar. Bianco e Nero’nun Cahiers du Cinema’dan aşağı kalır yanı yoktur ama dergi dendi mi akla Sight and Sound’un gelmesi bu gerçeği doğrular. Uluslararası bir dille yayınlanıyor olmalarının avantajını kullanan İngilizce yayınlar için çalıp çırpmanın sonu yoktur. Sight and Sound tanınmış olmanın yüklediği popülerlik tuzağına düşmüş bir dergi. O, globalleşmenin lideri olmasıyla silikleşti. Fransızca ve İtalyanca yayınlar bir adım geride dursalar da daha yoğun ve özgündürler. Kimlik erozyonuna daha dayanıklı oldukları görülür. Çağın öteki olanı susturmaya veya kontrol etmeye dönük politikası çağın önemli dergilerinin bildik dağıtım kanallarıyla elimize ulaşmasını engelliyor. Orijinalin kitleselleşmemesi, ulusal yayıncılığı çeviriler konusunda cesaretli kılıyor.  Özgün yapıtın üremesini engelleyen de bu bağımlılık olsa gerek.

 

Bunuel der ki: Şeytan eteklerin altındadır. İster maksi ister mini olsun, etek bir mikro yansımadır. Etek Dünya’nın ta kendisidir aslında. İçindeki insanlar ve onların sonu gelmez istekleri de şeytanı temsil eder. Çoklu cinsiyet dünyayı çok yönlü okumaya olanak tanıyorsa eğer, eleştiriye de çok yönlü bir açılım sağlayabilir. Girilmedik alanın kapsama alanına dahil edilmesi yeni bir renk, ses ve söz dağarcığı getirerek çok katmanlı yorumun önünü açabilir. Göstergebilim konusu, üzerine konuşurken bile sıkıntı veren şu sorunlar yumağı olan konu. Kuramsal sunumunu, yenilikçilik altında sunulan yinelemeci tutumu ve eleştiri ve çözümlemedeki izdüşümlerini düşündüğümde, adının gösterişbilim olarak değiştirilmesini öneresim geliyor. Bu bile, göstergebilim tarihinde epey bir ilerlemeye karşılık gelecek bir adım olmalı. Acaba, anlam yoksunluğunun anlamı üzerine, ben de gösterişbilimsel bir safra üretsem mi? Göstergebilim bir yönüyle de egemen ideolojinin akademik formasyondaki dayatmacılığının göstergesi(!) olamaz mı? Egemen ideoloji karşısında sergilenmesi gereken bilinç -siz buna isterseniz kontr-bilinç deyin- veya algının yoğunlaşması ile sağlanan direnç, en azından bireysel olarak ayakta kalmanın yolu olmalı. Esir düşmeyenlerin hayatları beni hep bu iki noktanın altının çizilmesi gerektiği yönünde uyarıyor. Kişiliğin sorgu sonrasında ortaya çıkan bilinçli kısmı, doğrudan kazanılarak kabullenilmiş olan sorgulamaya kapalı kısmıyla karşılaştırılınca, ne denli dar bir bilinç evreniyle yaşadığımız, hatta ne kadar sıradan bir hayat sürdüğümüz ortaya çıkar. Asıl sorunlu evre de bundan sonra başlar. Sorgulamaya kapalı tutulan alan eleştiriye tutularak sorgulandığında, dünün doğruları bir bir yıkılır ve ardında ideolojik yönlendirmelerin yattığı açığa çıkar. Birey kendisini çepeçevre saran zincirlerinden kurtulur kurtulmasına ama artık gün, alt üst olmuş yaşamın dengelerini yeni baştan kurma çabasının ilk günüdür.  Sinema dilinde biçim ve bireysel stil  her zaman sosyo-politik anlamlarla örülüdür. Bir ülkenin, bir coğrafyanın veya bir auteurün dünyasını farklı kılan, ötekilerden ayıran da bu sosyo-politik embriyo içinde değişim geçiren biçim ve öznel duruştur.Bir başka ilginç konu da Berlin Duvarı’nın yıkılışı sonrası kültürel söylemlerde ortaya çıkan ve ilkellik öncesi dönemden fırlamışa benzeyen politik laforizmalar. Cühelatif gazeteciler ve yazarlardan sonra bazı uyduruk akademisyenler (halen neden şu akademik dünyayı önemseyip korumaya çalışıyorsam!?) de zaman zaman, Sovyet Devrimi’nin Rusya’daki ilerici sanat anlayışını sona erdirdiğinden dem vuruyorlar. Halt etmişler! Resim, tiyatro ve edebiyata bakarak ahkam kesmek kolay. Bunlar bile geleneksel olanın yanına yeniyi koyarak ilerlemeyi sürdürdüler. Yurtdışına kaçan sanatçıları düşünseniz bile Rus halk kültürünün değerinden bir şey yitirmediğini görebilirsiniz. Eğitimli ve modern sanatı temsil edenlere gelince, onların yıllar boyunca Batı anlayışını yeniden yaratmanın dışında ne yaptıkları sorusuna, hangi sanat tarihçisi bu laforizmaları doğrulayacak bir onay verebilir? Sovyetler öncesinde, Rusya’daki sanat, halk kültürünü temsil edenin dışında, Fransız yalakalığına indirgenmiş bir sanat anlayışıydı. Gerçek, devrimin ileri gelenlerinin öncelikli konuma yükselttikleri sinemanın diğer sanat dallarına olan ilginin sesini kısmış olmasıdır. Bir diğer gerçek, sinemada dünya çapında sağlanan başarının, sona erdirildiği söylenen ilerici adımların kat kat fazlasını doğurmuş olduğudur. Kuleshov, PudovkinVertov ve Eisenstein’ın bir tanesi bile sözü edilen boşluğu doldurmaya yeter de artar bile. Bugün kim hatırlanıyor, gelecekte kim hatırlanacak?

 

Wood’un en çok akılda kalan ve tartışılmaya değer saptamalarından biri de eğitim ve kariyer arasındaki rol değişimi üzerine olanı. Günümüzün öğretim sisteminde atılan her adım kariyer adına atılıyor. Eğitimsiz kariyer olmayacağını düşünüyorsanız kendinizi aldatıyorsunuz. Ortalık bunun ayaklı kanıtlarından geçilmiyor. Adına ister genel kültür, ister alan kültürü ve hatta isterseniz özel kültür deyin, hiç ama hiçbir şeyden nasiplenmemiş bir kuşak yetişiyor ve onların ilk dalgası bazı yerlerde önemli koltukları da şimdiden kapmış durumdalar. Kariyerist öğretim politikası eğitimi komalık etti. Ve bunun sancıları özellikle iki yerde, akademik dünyada ve kent kültüründe fazlasıyla sırıtmaya başladı. Eskiden bu anlayışın ilk dalga temsilcilerine ot gibi deniyordu, otun bir yaşam belirtisi taşıdığı unutularak!

 

Eğer evrim kanunlarına inananlardansanız –kurama inananların dışında kalan dünya nüfusunun üçte birinin evrim kanununu bilmediğini, üçte birinin kutsal kitapların da bilgiden yoksun inançları gereği reddettikleri bu kurama destek veren satırlar taşıdığını bilmediklerini ya da bilseler bile işlerine gelmediğini, üçte birinin de evrim kanununun yaşayan örnekleriyle her gün karşılaştığını görmezlikten geldiğini düşünerek böyle bir giriş yapmak zorunda kalıyorum.-, bu paragraf sizler için. İnsan ırkının bir evrim hatasına kurban gittiğini düşünen Wood, bu söylemiyle kurama inananları da şoke eden bir noktaya geliyor. İşin esprisi bir yana, bu tersten de okunabilir bir düşünce. İnsanı dünyada öne çıkaranın vahşiliği, kötülüğe ve yıkıcılığa kodlanmış genetik yapısı, her türden açlık duygusu ve paradoksal ruh yapısı olduğunu düşünmek için elimizde her türden kanıt var. Toplumsal örgütlenmeye gelince, demokratik yollardan seçilenlerin anti-demokratik güçler olması trajikomik bir saptama. Aslına bakarsınız, demokrasi hiç uygulanmıyor değil, seçici sınıflar içinde ve eşit güçlerin birbiri üzerinde denetim uygulayabildiği koşullarda zoraki de olsa uygulanabilirliği yok değil. Ekonomik üretimin iplerini ellerine dolayanların ve onların kontrolündeki medyanın desteği ile anti-demokratik olan karşımıza demokratik rolüne kendini kaptırmış bir sistem içinde sunuluyor. Günümüzde, ana görevi büyüklere masallar okuyarak kitleleri oyalamak olan, eleştiride kantarın topuzunu, acı biberin tutamını kendisi ayarlayan ve böylece demokratik, şeffaf ve eşitlikçi olduğu iddiasını sürdüren bir medya var.

 

Bütün bunlar varsayalım ki doğru ve güzel tespitler. İyi ama ne yapmalı? Sıkıntılı ve zorlu süreçlerden geçiyoruz. Eğer bunu bir rahatlama ve ferahlama süreci izliyorsa doğru ve güzel olanın basamaklarını çıkıyoruz demektir. Aslolan zora girmek, çabalamak ve üretmek. Olumsuzluklara direnmek, ucunda üretim ve eylem olan bilgiye ve düşünceye dayanarak gerçekleşmeli. Üretimsiz bilgi ve eylemsiz düşünce, bunlar hoş ama boş işler. Peki ya birey, onun rolü ve konumu ne olmalı? Basamakları çıkan her birey biraz da kendi yalnızlığına doğru rol alır. Vandallık ve sürü anlayışının yerini, birey olarak kendini varedebilme becerisi alır. Geleneksel olana ve tabulara direniş akıntıya karşı kürek çekmek anlamına gelse bile yaşayan bir ölü olmadığınızı fısıldar. Yalnızlık özünde güzeldir ve yaşayan bir varlıksanız paylaşarak ve üreterek toplumla olan bağın kopmasını engellersiniz. Dışlanmışlık ve yalnızlık, özgün olduğunuz saptamasını tek başlarına doğurmasalar da izlerini taşıyabilir. Sürünün dışında olmak, kültürel derinliğinizin, zamanla yapılandırdığınız özgünlüğünüzün, özgür olma isteğinizin, yaratıcılığınızın sınırsızlığının, yaşama karşı direnişinizin, er ya da geç ortaya dökülecek olan haklılığınızın ve eleştirme hakkınızın bir tür dışavurumudur. Film eleştirisi, çağımızı hızlı bir değişime sokan insanın insan olma yönünde attığı bütün adımlara tanıklık eden sinemayı sorgulayabildiği ve gerçeği ortaya çıkartmayı amaçladığı için anlamlıdır.