Recep İvedik'e Gülmek

Cem Kayalıgil


Recep İvedik 2

Yönetmen: Şahan Gökbakar

Senaryo: Şahan Gökbakar, Serkan Altuniğne, Togan Gökbakar

Oyuncular: Şahan Gökbakar, Gülsen Özbakan, Efe Babacan,

Çağrı Büyüksayar

Görüntü Yönetmeni: Ertunç Şenkay

Müzik: Oğuz Kaplangı

2009/105’/Türkiye


Şahan Gökbakar’ın bol ratingli televizyon programı “Dikkat Şahan Çıkabilir”den çıkma “şehirli maganda” Recep İvedik, geçtiğimiz sene beyazperdede boy göstermesinden bu yana, hiç şüphe yok, ülkedeki en popüler kurmaca karakter. 4,3 milyon seyirciyle buluşmasıyla birlikte marka değeri yüksek mi yüksek Turkcell’in televizyonlarda en çok dönen reklamlarında da sıklıkla karşımıza çıkmaya başlamış, sesi cep telefonlarına düşmüş, birçok gazete yazısında konu edilmiş, çok izlenilirliği gazetelerin haftasonu eklerinde incelenip duran bir vakadan söz ediyoruz. İkinci filmi ciddi sayıda bir kopyayla yeni gösterime girmiş, ilk üç gündeki gişe başarısı rekor kırmış, yapımcısının “en az 5 milyon kişi” tarafından seyredileceğini tahmin ettiği bu tek-adam gösterisi, haliyle güncel sinema gündeminin de baş sıradaki konusu oluyor.

 

Recep İvedik , seyirciyi gülmekten kırıp geçiren bir tip. Sunduğu güldürünün basitliği ve yalınlığı, bunu talep ve kabul eden seyirci kitlesinin sayısal büyüklüğünü garantileyen cinsten. “(Yazılı değil) sözlü kültüre dayanıyor oluşumuz” klişesini bir kez daha doğrulayan bir güldürü bu: En açık örnekleriniNasrettin Hoca’da, Bektaşî fıkralarında, Karagöz-Hacivat’ta, Turist Ömer’de ve G.O.R.A ile A.R.O.G’un Arif’inde bulabileceğimiz; anlık mizansenlere gösterilen sözlü reflekste kendisini ortaya koyan, toplumca onayladığımız bir hazırcevaplık; Recep İvedik’i de komik kılan en temel özellik. Recep İvedik’in sözlü geleneğe hangi biçimde eklemlendiğini görmek için, önce, bu hazırcevaplık timsallerinin görünümü oldukları değerleri saptamak yerinde olacak: Nasrettin Hoca ve Bektaşî fıkralarını bitiren son sözler (“punchline”), aklın (bir tür görmüş geçirmişliğin) bir çırpıda dile gelebilişindeki şaşırtıcılığa yaslanan bir güzelliğe sahiptir; fıkra dinleyicisinde, kabul görmüş bir özlü sözün çarpıcı düşündürücülüğüne yakın bir etki bırakır. Karagöz oyunlarında ise Karagöz’ün Hacivat’la girdiği diyalog, eğitimli akıl (bugünden bakıldığında rasyonel akıl) ile eğitimsiz aklın çarpışmasına sahne olur; belki diyalektik süreçle de bağdaştırılabilecek bu çarpışma, “aklın yolu”nun türlü türlü oluşundaki zenginliği ortaya koyar.

Özellikle bu kaynaklarda parlayan sözlü kültürün, güldürü sinemamıza bir kahramanda vücut bularak çıkartma yapışının en klasik örneği olan Turist Ömertiplemesinde Sadri Alışık; argosuna karşın ruhununun temizliği apaçık olan halk çocuğunun, kendisine yabancı ortamlarda ayakta kalışının komedisini sunar. Turist Ömer sıradan olmasına sıradan bir Türk’tür; ama bu alt sınıftan sıradan vatandaşın hınzırlığındaki abartı, onu hem komik hem izlenilir hem de klasik kılar. Turist Ömer’in 2000’lerdeki ikizi olarak yorumlanabilecek Arif’e (Cem Yılmaz) geldiğimizde hınzırlık artık köşe dönmeci kurnazlıkla eşanlamlı olmuştur. Ömer’in yaşamda kalmasına yeten zeka, çok daha hırslı bir tip olan Arif’te, içine düştüğü ortamda bulabildiğinden fazlasını koparmaya yönelik oyunların kurulması için kullanılmaktadır.               

En az Turist Ömer ve Arif kadar klasikleşmeye aday Recep İvedik ise diğer ikisinin yanında hemen hiç albenisi olmayan bir kurmaca lafazan. Tiksinti verecek raddede kıllı vücuduyla, kaşları ve sakalıyla, pek de şirin olmayan iriliğiyle; kahkahası, patavatsızlığı, fütursuzluğu, kabalığı, ilkelliği ve küfürbazlığıyla sinemamızın (ve reklam dünyasının) görüp göreceği herhalde en itici tip (umarım daha beterini görmeyiz!). Gelgelelim tüm bu olumsuzluğuna karşın bir arzı var, ve o da hiç mi hiç elitizm eleştirisi veya iğrençliğinin cazibesi falan değil. Recep İvedik’in bir çekiciliği veya güldüren bir yanı varsa, bundaki bütün sır, şu ya da bu kişiye veya durum üzerine yapıştırdığı laflar (arada sırada da o şaklatmalı el hareketini çekişi). Neye ne tepki vereceği kesinlikle öngörülemez birisi Recep: Yere düşmüş cüzdanı sahibine ulaştırmak için İstanbul’dan Antalya’ya yol tepen, karşılığı olarak sunulan tatil teklifini samimiyetle reddeden (sonra çocukluk aşkına yakınlaşmak için teklifi kabul eden), kendisi için önemli olan bir kese misketi yanından ayırmayacak kadar ahlaklı ve duygulu bir adam; aynı zamanda, vaktiyle üst komşusunu, yukarıdan bakkala sallandırdığı alışveriş sepetinin ipini çekerek aşağıya düşürmüş olduğu da ima edilen birisi; yol soran birine yanlış tarif vererek kendisini gideceği yere taşıtacak kadar edepsiz, suşi restoranında kulağını temizlemek için kullandığı yemek çubuklarını masada az sonra karşısına geçecek misafirininkilerle değiştirecek kadar fütursuz. Açık büfe nedir bilmeyen (öğrenince de bunu sömürecek kadar görgüsüz olan); suşiye, wasabiye, zincir cafélerdeki kahve türlerine, aerobik ve yogaya, internette sevgili/partner bulma sitelerine hepten yabancı birisi Recep İvedik; diğer taraftan tüplü dalış takımı cihazlarından haberdar, pistte hiç de fena dans etmiyor, saatlerce denizde kalabilecek kadar dayanıklı, şarap değerlendirme lisanını ve fotoşopla ilgili kimi detayları biliyor gibi görünüyor, vs. İyi ama kimdir bu adam? Bir tipleme için gereken asgari tutarlılığa bile sahip olmayan Recep İvedik nedir, gerçek hayatta neye karşılık gelir ya da neyin abartısı olarak beyazperdeye yansımaktadır? Açık olan şu ki iki filmin senaryosunda da bu hiç umursanmamış ve bundan bilinçli olarak kaçınılmış: Recep İvedik’in kimliği özellikle tutarsız ve belirsiz bırakılmış ki her sahnede (skeçte) yapabilecekleri ve söyleyebilecekleri sınırsız olsun.

 

Öykülerde doğal bir örgü ve akışın kurulmasına da engel olan bu tavrı, Recep İvedik filmlerinin arkasındaki gişeci zihniyetin en bariz dışavurumu olarak görüyorum. Bu çiğ zihniyet, bütünüyle absürt bir toplama olan Recep İvedik tipine filmlerde sağlanan özgürlük alanının o denli sınırsız olmasına yol açmış ki birçok mizansende figurasyona bile hiç gerek görülmemiş: Örneğin ilk filmde aerobik sahnesinde Recep İvedik’in acayip kıyafetinin ve gaz çıkartmasının sadece Sibel tarafından görülmesinde, teknede olanlara (Recep’in dalış hocasına laf sokması, hareket çekmesi, Sibel’in annesinin fenalaşması) hiçkimsenin müdahale etmemesinde, Recep’in açık büfeyi bütünüyle kendi önüne almasına sadece otel müdürünün ses çıkartmasında olduğu gibi; veya ikinci filmde market kasasında adamımızın müşterinin mahremiyetini suistimal eden konuşmasına kimsenin karşılık vermemesinde, eczane sahnesinde eczane sahibinin Recep’e tâ sahnenin en sonunda çıkışmasında olduğu gibi... İki filmde de Recep İvedik’in dizginsizliğine yapılan vurgu o kadar esaslı ki çekim ve sahneleri bir tek o dolduruyor (bunda onun kocamanlığının da payı var), bir de –varsa- o sırada diyalogda olduğu diğer bir-iki kişi. Çevreye verdiği rahatsızlığın niteliği ve niceliği sadece birkaç kişi ile seyircinin umurunda; sahnedeki diğer kişilerse sadece bedensel fon olarak bırakılıyorlar, tepkisizce oldukları yerde dikiliyorlar. Ya da çok çok, ikinci filmdeki kokteyl sahnesinde Recep İvedik’in DJ masasını ele geçirmesinden sonra olanlar gibi, hoşlarına giden bir şeyle karşılaştıklarında buna doğrudan adapte oluyorlar, onun çaldığı müzikle derhal göbek atmaya başlıyorlar, ama bir kez dönüp de DJ’e ne olduğuna bakmıyorlar.

İki filmde de adeta bir dokunulmazlığı ve görünmezliği var kahramanımızın. Bunlar  ve karakterindeki tutarsızlıklar -mesela ikinci filmde oyun konsolunda futbol oynayan, evine HD televizyon isteyen, ölüm döşeğindeyken bile torununa okkalı bir küfrü yapıştıran fırlama ninede olduğu gibi- bilinçli bir absürt güldürü anlayışıyla sunulsaydı, Recep İvedik fikrinden, özgünlük taşıyan yenilikçi durum komedileri çıkartılabilirdi. Veya Şahan Gökbakar’ın cüssesine karşın rahatlıkla kotarabildiği beden komedisinden (ilk filmdeki dans sahnesini veya Recep’in havuz kenarında arıyla cebelleşmesini hatırlayın) daha fazla yararlanılsaydı, Recep İvedik çok daha nitelikli bir tipe dönüşebilirdi.  Ancak senaryo ve yapım ekipleri en kolayına gitmeyi seçmiş ve bu karman çorman tipi basit bir yeni argo üreteci ve görgüsüzlük timsali olarak kullanmakla yetinmiş. Karşılığında istedikleri şeyi fazlasıyla aldıkları ise gün gibi ortada. Ankara’da öğleden itibaren her 20 dakikada bir, bir sinema salonunda Recep İvedik 2’nin gösterimi başlıyor.

Recep İvedik filmleri seyirciyi, kahramanın içine düştüğü-girdiği ortamla olan uyumsuzluğuyla güldürüyor. Bu güldürü türünün üzerine kurulmuş öykülerin iki tipik finali vardır: Ortamla olan uyumsuzluğu envai çeşit sorun çıkarttıktan sonra, kahraman ile çevresi uzlaşır (kahraman genellikle “kahraman”laşır); uzlaşmanın ardındansa  kahraman, ya ödüllendirilip daha mutlu bir geleceğe adım atar (ör. 80’lerde çekilmiş birçok Kemal Sunal/Şaban filmi; G.O.R.A; daha eski zamanlardan Chaplin’in kısa metrajlı kimi Şarlo filmleri ve Altına Hücum’u) ya da yine ödüllendirilir, ama alışık olduğu ortama, eski yaşamına geri dönmek durumunda kalır (çünkü o “oraya” aittir – ör. Turist Ömer UzaydaSalak ile Avanak; yine Chaplin’in diğer kısa metrajlı Şarlo filmleri ve Sirk’i). Bu çerçevede ele alındığında Recep İvedik ikilemesi atipik görünüyor: Kahramanımız ilk filmde Antalya’dan bir dost çevresi (kamyoncular derneği ve otel komisi) kazanarak ayrılıyor; ama filmin romantik anlatısı yarım yamalak kurulup (Sibel nasıl oldu daRecep’ten hoşlanır hale geldi?) aceleyle sonlandırıldığından havada kalıyor. İkinci filmde ise Recep kaba kuvvetle bir saygınlık kazanıveriyor (bu nasıl olup da kuzeninin içine sinebiliyor?), önemli insanlarca alkışlanıyor; ama film orada bitmiyor, yapıştırma duran bir bölümle sona eriyor. İki filmde de Recep aslında hedeflerine tam anlamıyla ulaşamıyor (Sibel’le bir araya gelemiyor; ninesinin üç isteğinden birini karşılayamıyor) ve yaşamını kendi bildiği şekilde sürdürüyor - yalnız “kendi” bildiği şekilde: İki film izlememize karşın biz o yaşamı hâlâ bilmiyoruz. Ait olduğu güldürü türü bağlamındaki bu atipiklik; filmler kahramanla ve yabancı kaldığı ortamlarla bir tanışıklık kurabilmemizi sağlayabilselerdi, Recep İvedik ikilemesini türdeşlerinin yanında ayrıcalıklı kılabilirdi. Ancak şu haliyle bu atipiklik, sadece öykülerin başıboş akmalarından doğan bir şey; güldürü anlayışımıza veya sinemaya yenilik katan hiçbir özel ve etkileyici yanı yok.

Recep İvedik’te gülünç bulduğumuz şey, Recep İvedik 1 ve 2’den geriye kalan yegane şey: Recep’in en çok laflarında ortaya konan anlık tepkiselliği, yani bir çuval “asabi ve kompleksli” replik. Çağlardır sözlü kültürü yeniden üretip duruyoruz ve güldürünün en çok söze dayananını benimsiyoruz. Yok hayır, sorun bunda değil, buysak buyuz. Sorun, bizi güldüren sözlerin artık beyinden değil omurilikten çıkması. Turist Ömer ve Arif’in de bizi güldüren yanları, anlık sözlü patlamalarıydı; ama bu patlamalarla en azından, bizim feleğimizi şaşırtacak durumlarda ayakta kalabiliyorlar, arzuladığımız hazırcevaplıkla hayallerimizi gerçekleştiriyorlardı. Lafazanlıkları sayesinde bağ kurabildiğimiz bir ideal kimliğe kavuşuyorlardı. Günümüzün hazırcevabı Recep İvedik ise hiçbir şeyimizin karşılığı olmadan, sırf refleksleri çalıştırarak, milyonlarca peynir gemisi yürütebiliyor.