Kinorama 7, 2004

Arkadin

Çeviren: Elif Beşer

 

Aşağıdaki yazı, Fransız sineması içinde son derece özgün bir sinematografi anlayışı geliştirmesiyle tanınan ve bu yönüyle Avrupa sinemasının sanat sineması etiketini kazanmasında önemli rol oynamış Robert Bresson’un sanatçı kimliği üzerine az ama öz ipuçları taşımaktadır. Yazı Sightand Sound dergisinin Kış 1962/63 sayısından alınmıştır.

 

Kim ne derse desin, ben Bresson’un Procés de Jeanned’Arc’ını (Jeanned’Arc’ın Yargılanması) beğendim. Yazıya böyle sinirli başlamamın sebebi, Londra festivalinde çoğu meslektaşımın ilk kez seyrettikleri bu filmi beğenmemiş olmalarıdır. En azından görebildiğim kadarıyla öyleydi. En hevesli Bressoncular bile sanki hayal kırıklığına uğramıştı. Elbette burası bunları tartışacak yer değil; hepimiz film yeni yılda Londra’da gösterime girene kadar övgü ve yergilerimizi kendimize saklamaya karar verdik. Şimdilik, festival süresince burada bulunan Bresson’la yaptığım sohbetin bazı parçalarını ve izlenimlerimi aktarmayı uygun görüyorum. 

 

Bresson’un filmlerini izlemiş ve benim hissettiklerimi hissetmiş her hangi biri, onu karşısında görüverse, dahası onunla yüz yüze konuşma fırsatı bulsa, Tanrı’yla çok özel bir görüşme yapmakta olduğunu düşünürdü; ulaşılmaz uzaklıkta olmayan, elini uzatsa dokunabileceği bir Tanrı’yla... Sakin, hatta çekingen duruşu, yumuşak yüz hatları ve kırlaşmış saçlarıyla, arada bir toprağa ayak basma ihtiyacı duyup bulunduğu yerden usulca yere doğru kayan ürkek bir ağaç kurtçuğunu andırıyor Bresson. Süslü tabağının içindeki çikolatalı tatlıyı mutlu mutlu seyrederken “Bu krema da ne lezzetliymiş” diye mırıldanıyor. Jeanned’Arc gibi bir filmi Londra’da gösterime sokmak için en uygun zamanı kollayan uyanık iş adamı tavırları, kafanızda yer etmiş “Bresson” imgesini siliyor. Karşınızdaki, filmini çekerken hiç bir ayrıntıyı atlamayan, işini asla şansa bırakmayan o titiz planlama uzmanı değil artık. “İlham bana setteyken gelir” diyor. “Elimde Procés de Jeanned’Arc’ın tamamlanmış senaryosu vardı. Sabah işe başlarken ne çekeceğimi biliyordum ama nasıl çekeceğim konusunda pek fikrim olmuyordu. Sanırım bu, filmin üçte birlik kısmı için geçerli. Pickpocket’ta (Yankesici) ise bu bile yoktu; yankesicilik sahnelerinde ne yapmış olduğumuzu iş tamamen bittiğinde anlayabildim.”

 

Ancak, sohbet koyulaştıkça ve derine dalmaya başladığınızda, kendi dünyasını her yönüyle bugünden soyutlamış bir münzeviye toslayıveriyorsunuz. Son dönem Fransız yönetmenleri hakkında neler düşündüğünü sorunca, özür dilercesine “Ben pek sinemaya gitmiyorum.” diyor. “Bir zamanlar giderdim ama artık katlanamıyorum. Oyuncuları izlemekten nefret ediyorum; öylesine yanlış ve yapaylar ki! Hatta boş bir sinema salonuna girip tek başıma koltuğa oturup karşımda gerili boş perdeye bakmaya  bile dayanamam..” Aslına bakılırsa, Bresson’un çalışmalarından haberdar olduğu iki genç yönetmen var: Birisi, akademik kuralları ve disiplini hiçe saymakla iyi bir şey yaptığına inandığı Jean-Luc Godard, diğeri Godard’dan daha az yaratıcı olmakla birlikte daha zeki bulduğunu söylediği Louis Malle.

Kendi filmini çekmediği zamanlarda başkalarının neler çektiğini merakla araştıran, filmlerle kafayı bozmuş yönetmenlere alıştığımızdan, her türlü dış etkiye kendini sımsıkı kapamış böylesi bir tavır oldukça şaşırtıcı geliyor insana. Bresson kendi filmlerine bile fazla ilgi duymuyor gibi. “Bir iki yıl sonra kendi filmlerimi bile fazla hatırlamıyorum, artık bu filmlerin babası gibi hissetmiyorum kendimi. Hele şu kopyalar; üzerleri çizilmiş, bozulmuş, kırılmış...  Bunları izlemek işkence. Bir filmin gösterime girmesinden yaklaşık altı ay sonra geriye kalan tek şey, orijinalin komik taklitleridir.” Les Anges du Péché ve Les Damesdu Bois de Boulogne (Boulogne Ormanı Kadınları) ise tamamen Bresson kimliği taşımasına rağmen, en az ilgi duyduğu filmleri. Bunun sebebi, başından beri sinemada profesyonel oyuncuları kullanmanın yanlışlığını savunmasına rağmen parasal getiri sağlayacak ticari koşulların kendisini buna zorlamış olması. Daha sonraki filmleri için de gevşek bir ilgi besliyor. Yapılan yorumların hiçbirini kişisel almıyor. Örneğin, Pickpocket’tan aldığım zevkin Le Journald’un Curé de Campagne (Bir  Köy Papazının Günlüğü) veya Un Condamné à Mort s’est Echappé’deki (Bir İdam Mahkumu Kaçtı) kadar olmadığını çünkü rolünü hak ettiği şekilde taşıması gereken esas aktörün sergilediği performansı yeterince tatmin edici bulmadığımı söylediğim zaman hiçbir duygusal tepki göstermiyor ve haklı olabileceğimi, ne var ki; Uruguay’dan geldiği ve Fransızcası pek iyi olmadığı için özellikle bu oyuncuyu (Martine Lassalle) tercih ettiğini, zaten niyetinin, aktörün oyunculuk yeteneğini seyircinin gözüne sokmak olmadığını belirtiyor. Ve tüm bunlar üzerine Bresson şu cümleleri dile getiriyor:

 

“Rol, piç bir sanat olan tiyatro içindir. Film sanatı ise gerçeğin yansımasıdır. Yazar, gerçek yaşamdan kesitler alıp onları öyle bir düzenler ki; her biri birbiri ardına sıralandığında artık dönüşüm geçirmiş olurlar. Sanat, dönüştürmektir. Her çekim, kendi başına hiçbir şey ifade etmeyen ya da çok fazla şey ifade ettiği için ilk anda anlamsız görünen bir kelime gibidir. Şiirde de kelime dönüştürülür; etrafına yerleştirilmiş diğer kelimelerle birlikte anlamı eşsiz kılınır. Aynı şekilde, bir filmdeki tek bir çekim diğer çekimlerle oluşturduğu bütün içinde anlamını bulacaktır. Her çekim kendisinden önce gelenin açılımıdır. Bu, son çekime kadar böyle devam eder. Kestirmeden gitmek, özetleyerek anlamı vermeye çalışmak bu bakımdan olanaksızdır. Anlam, bütün çekimlerin toplamıdır. Rolün tüm bunlarla hiç ilgisi yoktur. Rol, siz filminizde yol alırken kendiliğinden ortaya çıkandır. Filmde oyuncunun kendi iradesi dahilinde yaptıklarını öne çıkarmak durumundasınız. Film çekmek oyuncunun yaptığı rolü değil, bizzat kendisini kullanmaktır.”