Günümüz Belgeseli Üzerine Bir Soruşturma

Ece Özdemir

“ Bu bir meydan okumadır; sinemacının tutkusu ve öyküsüne güvenmesiyle aşılan bir meydan okumadır.“ (B. Kopple)

“ Dünyanın Doğusunun ve Güneyinin hikayeleri giderek Batılı ve Kuzeyli bir hal alıp yeknesaklaşıyorlar…“  (E. Ocak)

 1) 21. yüzyılda belgesel filmdeki ana yönelimler nelerdir?

 

Tolga Örnek: Belgesel son altı-yedi senede eskisine kıyasla politik konulara odaklanmış durumda. Eskiden daha sıkça görebildiğimiz klasik anlatım tarzındaki tarihi belgeseller ve biyografilerin sayısı azaldı. Seyirciye en rahat ulaşan ve uluslararası platformlarda ilgi gören filmler çevre, insan hakları ve devletlerin büyük global şirketlerle ilişkilerini anlatan  belgeseller oluyor. Bu içerikteki yönelim. Tarz olarak bakıldığındaysa, kameraların küçülmesiyle daha cesurlaşan, daha hareketli ve içeriği prodüksiyon değerinin önünde tutan belgesellerin arttığını söyleyebiliriz. Yüksek prodüksiyon değerine sahip tarihi ve doğa belgeselleriyse artık sadece ZDF, BBC, PBS ve  KANAL+ tarafından yapılıyor.

Laila Pakalnina: Belgesel filmi ‘belgesel’ ve ‘film’ yapan şey gerçeklikte doğmuş imgedir. Aslında bu geçmiş yüzyıldakiyle hemen hemen aynı. Fark şu; şu anda belgesel filmin etrafında daha önce olduğundan çok daha fazla sınır var. Belgesel film alanının etrafı televizyon yayını, kurgu, ev veya cep telefonu videosu ve bilgisayar animasyonuyla çevrelenmiş durumda. Ama ana yönelim bu sınırların bir veya daha fazlasına dahil olmak.   

Laila Pakalnina


Necati Sönmez:
 
Bunun tesbitini yapmak için belki henüz erken ama genel anlamda ve benim takip edebildiğim kadarıyla belgesel alanında; sosyopolitik konulara daha çok eğilen, bir anlamda medya manipülasyonlarının yarattığı devasa boşluğu doldurmaya başlayan ve aynı nedenle azımsanmayacak bir ilgiye de mazhar olan filmler öne çıktı son 10 yılda. Dünyanın giderek daha kaotik bir yer haline gelmesine paralel olarak, yine son dönem belgesellerinde muhalif bir damarın ağırlık kazandığını söylemek mümkün. Bir yandan da, gazetecilik işinin sinemadaki uzantısı gibi duran gündemdeki sıcak meselelerle ilgili filmlerin azımsanmayacak bir alt tür oluşturduğunu söyleyebiliriz.

Filistin-İsrail sorunu üzerine yapılan ya da daha henüz savaş devam ederken, Irak işgali üzerine yapılan ve anında festivallerde/televizyonlarda seyirciye ulaşan onca filmi düşünün. Öte yandan, savaş görüntülerinin ve basında çıkan haberlerin ABD’nin Vietnam’dan çekilmesindeki etkisine karşılık, Irak’tan gelen onca görüntünün neden benzer bir etkiyi yaratamadığı üzerine düşünmek de ilginç olabilir.

Belgesel sinemadaki genel durum konusunda lafımı kısa kesip, bu soruya yanıt olarak Sight & Sound dergisinin belgesele özel bir bölüm ayrılan Eylül 2007 tarihli sayısındaki ufuk açıcı yazıları önerebilirim.

Necati Sönmez

Lucia Rikaki: Yönetmenler sosyal ve politik bazlı konulara yönelmeye başladı. Böylece yapıtlarında bugünün toplumunun kaygılarını yansıtıyorlar. 

Lucia Rikaki

Uğur Kutay: Belgesel sinemanın yeni yüzyıldaki temel objesi, tek bir sözcükle ifade etmek gerekirse ‘insan’dır. Daha önce de insana dair belgeseller yapılıyordu tabii, ama gerek dünyada gerekse Türkiye’de üretilmiş filmlere baktığınızda, doğrudan insan hikayeleri anlatan filmler yerine arkeolojik bulgulara ve doğal yaşama dair filmlerin çoğunlukta olduğunu görürsünüz. Bunu kötü bir şey olarak nitelemiyorum, içinden çıkıp geldiğimiz halde bilincinde olmadığımız tarihsel yapının ya da etrafımızı kuşattığı halde farkına varmadığımız –ya da olumsuz anlamda vardığımız!- doğanın filmlerle izleyiciye ulaştırılması tabii ki iyi bir şeydir. Fakat öyle bir hale geldi ki, belgesel dendiğinde insanların aklına sadece aslanın ceylanı nasıl yediği ya da örneğin İznik çinileri geliyor. Bu sadece izleyici için değil, ne yazık ki belgesel ürettiğini söyleyen bir çok kişi ve kuruluş için de geçerli... Kültür Bakanlığı Sinema Destekleme Kurulu’nda üye olarak görev yaptığım iki yıl boyunca -2005/2006 dönemi- yüzlerce belgesel film projesi okudum; bunların ne yazık ki en az yüzde 95’i, daha önce defalarca filme alınmış konulara dair özelliksiz ve ölü projelerdi: Şu kentin tarihçesi, şuradaki kale duvarları, şuradaki bakır el işçiliği, şuradaki taş işleme sanatı... Özelliksiz; çünkü zaten suyunun suyu çıkarılmış ve TRT başta olmak üzere bir çok yerde defalarca yayınlanmış filmlerden hiçbir farkı yoktu. Ölü; çünkü bu projelerin ortak yönü, yaşayan insanı kadraj dışı bırakmalarıydı. İnsana yer veriyormuş gibi görünenleriyse, ancak ölü insanların hayat hikayelerinin anlatıldığı bilgisel film projeleriydi. İşte bu, bitiyor artık. Dünyada çoktan bitmişti. Uluslararası belgesel film festivallerinde bu tür filmler göremezsiniz; hatta  National Geographic ya da Discovery gibi kanallarda bile böyle şeyler izleyemezsiniz. Bunları ancak Türkiye gibi ülkelerde ve TRT gibi kanallarda görebilirsiniz. Belgesel sinema artık tam da sokaktaki haliyle ve tam da yaşadığı gibi insan hikayeleri anlatıyor.

Uğur Kutay


Destekleme kurulundan üç kuruş para alabilmek için sürekli ısıtılıp gündeme getirilen köhnemiş belgesel anlayışını da aslında çok önemsememek lazım çünkü Türkiyeli belgeselciler artık son derece sıradan, içimizden, bizden insanların hikayelerini filmleştirmeye başladı bile... Örnek vermek gerekirse, Belmin Söylemez muhteşem filmi Bıyık’ta Türkiye’deki bıyık kültürünü, dolayısıyla erkeklik kültünü müthiş bir mizah duygusuyla ve neredeyse bir kültürel antropoloji çalışması titizliğiyle ele alıyordu. Bingöl Elmas harikulade filmi Ağustos Karıncası’nda, sırf Timur Selçuk’tan piyano dersleri alabilmek için bir çok işte çalışan belediye işçisi İbo’nun sıradışı hikayesini başarılı bir sinema estetiğiyle anlatıyordu. Emel Çelebi ve Necati Sönmez son derece sade ve güzel filmleri Gündelikçi’de temizlikçi kadınların dünyasını tam da o dünyanın içinden görmeye çalışıyordu. Doğa Kılcıoğlu Üç Kulaklı adlı inanılmaz derecede incelikli filminde gözleri görmeyen bir çiftin görebilen çocuklarıyla ilişkisine tanıklık ediyordu. Bu saydığım filmlerden Üç KulaklıAğustos Karıncası ve Gündelikçi’nin son üç sene Altın Portakal’la ödüllendirilmesi de Türkiye’de belgeselin yeni yönlenişi konusunda bir gösterge olarak tanımlanabilir.

Barbara Kopple: Bence 21. yüzyıl belgesel filmlerde yeni bir dönemi müjdeliyor. İnsanların dünya çapında karşılaştıkları ölüm kalım meselesi haline gelmiş siyasi konular ile kamera ve dijital kurgu alanındaki yeni teknolojilerin birleşmesi dijital filmin gelişmesine olanak sağladı. İnsanlar karmaşık sorulara cevap ararken diğerleriyle ortak bir anlayış geliştirmek istiyorlar ve belgeseller de bu meydan okumadaki talebi karşılayacak güçte olduklarını gösterdiler. ABD’de giderek daha fazla sayıda belgeselin Hollywood filmleriyle yan yana gösterime girdiğini görüyoruz. Belgesel yönetmenleri de, belgeselleri bir adım daha yukarıya taşıdıklarına gerçekten inandığım bir şekilde daha fazla risk alıyor ve yaratıcılıklarını kamçılıyorlar. Bir belgesel yönetmeni ya da belgesel film hayranı olmak için çok heyecan verici bir dönem.

Barbara Kopple


Ersan Ocak:
 
20. yüzyıl sonundan başlayarak, 21. yüzyılda belgesel sinema birkaç yeni eğilimi bir arada göstererek kendini yeniden yapılandırmaya girişir. Bu yeniden yapılanmanın başat eğilimleri şöyle sıralanabilir:

Belgesel sinema konularını iyiden iyiye genişletir ve hemen her konu üzerine belgesel sinema yapılabileceğini ilan eder. Belgesel sinemacının toplumun ‘öncelikli’ meselelerini, olaylarını ve kişilerini ele alma ve bunları ‘nesnel’ biçimde değerlendirme vazifesi bir grup belgesel sinemacı tarafından koruma altında tutulurken, toplumsal öncelik atfedilemeyecek olaylar, meseleler; yaşamımızın içinde duran ama miyopluktan göremediğimiz konular ve hatta eşyalar; sokakta rastlayıp geçtiğimiz kişiler üzerine belgeseller yapılır, yapılmaktadır. Ayrıca bu olayları, meseleleri, konuları, eşyaları ve kişileri ‘nesnel’ ele alma zorunluluğu olmadığı gibi belgesel sinemacının öznel duruşu, tavrı, ilişki kurma biçimi filmin kurucu unsuru haline gelir. Bu eğilimin vardığı uç nokta otobiyografik belgesel film örnekleri olabilir ki giderek sayıları artmaktadır.

Buna paralel bir başka eğilimse, aşırı-ciddiyetli-toplumsal-bekçi-belgesel-sinemacı tipinden sıyrılan ama öte yandan siyasetin, bürokrasinin, medyanın, akademinin laçkalaştığı dünyamızda dünya meselelerine sahip çıkan ve fakat bunları ironik ve alegorik biçimde ele alan yeni bir belgesel sinema anlayışının yaygınlaşmasıdır. 

Belgesel sinemada önemli bir yeni eğilim de sinema dilindeki muğlaklaşmadır ki bu kendini kurmaca ve belgesel sinemanın giderek birbirlerine yakınlaşması ve kurmaca ile belgesel ‘arasında’ bir dil arayışına girmeleriyle gösterir.

Bingöl Elmas: Dünyada olup biten kritik zaman dilimlerinde, yaşadığımız savaşlar, gerginlikler, işgaller ve bununla birlikte gelen çeşitli durumlar nedeniyle belgesel sinemanın daha çok buna eğildiğini ve bununla ilgilenmeye başladığını düşünüyorum ve izlediğim filmlerde bunları gözlemliyorum. Tarihsel öyküler, günlük insan hikayeleri ve bu günlerde yaşanan politik durumlar çok ön planda. Mesela Irak’ın işgalinden hemen sonra festivallere gelen filmlerin bu konuya yöneldiğini görüyoruz. Filmlerin büyük bir çoğunluğu bu durumla karşı karşıya kalan insanların yaşadığı sıkıntıları ve savaşın yansımlarını gözler önüne seriyor. Filistin’le ilgili pek çok film gelmesi de bu duruma örnek olabilir.  Avrupa sinemasından da daha çok insan hikayeleri geliyor; oradaki insanların psikolojik durumlarını, hallerini tarif eden filmler bunlar. Türkiye’de ise metinli, müzikli ve geçmişe dönük hikayelerden ziyade metinsiz, tanıklığa dayalı, müziğin daha az kullanıldığı filmler yapılıyor. Teknolojinin verdiği fırsatla daha fazla alanı gözlemleyebilen bir belgesel sinemanın ortaya çıktığından söz edebiliriz.             

 
Bingöl Elmas


2) Modern teknoloji belgesel film estetiğini nasıl biçimlendiriyor?

T.Ö: Yukarıda belirttiğim gibi ilerleyen teknoloji önceden girilmesi ve görülmesi mümkün olmayan mekanlar ve konular hakkında da filmler yapma olasılığını veriyor. Bir insan beynini, bir çocuğun doğum sürecini anlatan belgeseller eskiden tahmini görüntülerle yapılabiliyordu. Artık bu konular her anı gerçek görüntülerle tespit edilip, son teknoloji animasyonlarla da açıklanabiliyor. Teknoloji mikro ve makro konular arasındaki geçişleri çok daha güçlü ve yumuşak hale getirdi. Gelişen bilim, sanat ve bilim buluşmasını güçlendiriyor ve seyirciyi evrenle ilgili bildiği ve bilmediği şeylerle daha fazla şaşırtıyor. Sonuçta kaba kurallar kalmıyor; filmciler konuları işlemede son derece özgür davranıyor. Bugün geçerli olan bir yöntem yarınki bir teknolojik buluşla anında geçersiz kalabiliyor. Devingen, sürekli arayış içinde olan bir tarz ya da tarzlar birleşimi çıktı ortaya. 

L.P: Duruma göre değişir. Görünür ya da görünmez olabilir ama her durumda rolü büyük. Örneğin ben, görünür özel efektler kullanmayı sevmem ama montaja gelince çekimleri direk kesmeyi severim. Ama aynı zamanda modern renk düzeltme programlarını kullanmayı severim. Tabii ki modern çekim sistemlerini kullanıyorum (örneğin, modern teknoloji olmadan çekilemeyecek yerlerde çekimler yapıyorum -kuş yuvaları gibi). Ve modern ses kayıt, ses montaj ve miksaj sistemleri kullanıyorum. Bütün bunlar filmlerimizi daha iyi hale getiriyor.  

N.S: Belgesel sinema estetiğini belirlemenin de ötesinde, modern teknoloji günümüzde belgeseli var eden etkenlerin başında yer alıyor. Hatta şunu da söylemek mümkün: Eğer teknolojinin getirdiği kolaylık ve ucuzluk olmasaydı, günümüz şartlarında belgeselin ayakta kalması çok zor olurdu. Dijital çağın yeni olanakları kurmaca sinemasına –gözalıcı efektler dışında- sinema dili açısından pek yeni bir şey katmadı. Sinema filmleri hala temelleri 1920’lerde atılmış olan kurgu prensiplerine ve estetik temellere dayanarak yapılıyor. Oysa belgeselde ve kısa filmde köprünün altından çok sular aktı; bu filmlerdeki yaratıcı potansiyel hem estetik hem de içerik anlamında, giderek genişledi ve genişlemeye devam ediyor. Kameralar küçüldükçe ve elden ele dolaştıkça, belgeselciler hayatın gizli dehlizlerine daha kolay girmeye başladı. Dijital kurgudaki olanaklar da, sinema yapma işini imtiyazlı bir zümrenin elinden alıp onun demokratikleşmesini sağladı.

Fakat tam da bu noktada, Abbas Kiarostami’nin bir masterclassta dile getirdiği ve çok hoşuma giden o lafı aklıma geliyor: ‘Digital olanaklarla çekilmiş o kadar çok kötü film gördüm ki, neredeyse şunu önereceğim: Dijital kameraların kullanımı kontrol altına alınmalı, hatta silah ruhsatına benzer bir belgeye tabi tutulmalıdır!’

L.R: Teknoloji, sanatçının özgürlüğünü ve yaratıcılığını ciddi anlamda desteklemekte ve körüklemekte. Teknoloji sayesinde sanatçılar artık hem daha bağımsız filmler çekebiliyorlar hem de daha eleştirel bakabiliyorlar. Dolayısıyla artık ana akım sinemayla boy ölçüşen pek çok belgesel yapılıyor.

U.K: Video kameraların küçülmesi ve fiyatlarının düşmesi, bir çok kişi tarafından görüntü üretiminin demokratikleşmesi olarak tanımlanan yeni bir süreç başlattı. Evet, bir yanıyla öyleydi, artık 35 mm. ile sınırlı bir sinema dünyasından kurtuluyorduk. Anlatmak istediğimiz öyküleri artık son derece ekonomik yöntemlerle anlatabilecektik. Kendi filmlerimizi çekip evlerimizde kurgulayabilecektik. Fakat beklenenin çok dışında ve genel olarak sinema anlayışını zedeleyen şeyler de yaşandı: Küçülen kameralar ve ucuzlayan teknoloji, tam da postmodern dönemin ruhuna uygun biçimde tüm kavramları alt üst etmeye başladı. Artık eline kamerayı alan herkes film yaptığını zannediyor. Eline bir kalem kağıt geçirip bir şeyler yazan herkese yazar diyebilir miyiz? Fakat nasıl olduysa eline kamerayı geçiren herkese ‘sinemacı’ ya da ‘belgeselci’ denilebildiği günlerde yaşıyoruz. Hatta bir sanat akademisyeninin yurtdışında bir müzeyi gezerken yaptığı çekimleri getirip ‘Hadi çektiğim belgeseli izleyelim!’ diyebildiği bir dönem bu... Kamera yoluyla elde edilen ‘tanıklıklar’ın, ‘belgeleme’ lerin aslında belgesel olmadığını, olamayacağını söylemek zorunda kalmak bile ayıp; bu iki artı ikinin sonucunu söylemek gibi bir şey ama ortaya çıkıp belki de bağıra çağıra söylememiz lazım: ‘Kamerayla kaydettiğiniz her olay belgesel değildir!!! Belgesel yapabilmek için, kaydettiğiniz olay ve olguları belirli bir estetik yaklaşım çerçevesinde yeniden yorumlamanız, başlangıç karesinden bitiş jeneriğine kadar her ayrıntısını biçim-içerik ilişkisi düzleminde incelikle tasarlamanız gerekiyor!’ Bu çok önemli olumsuzluğun dışında, görsel üretim teknolojisinin gelişmesi ve ucuzlaması sayesinde bir çok iyi belgeselci kazandık. Örneğin yukarıda ismini saydığım o güzel filmler, bu teknolojik imkanlar olmasaydı belki de yapılamayacaktı...

B.K: Dijital video tekniklerinin belgesel üzerindeki etkisini gerçekten azımsayamayız. Daha ufak kameralar bize geleneksel film ekipmanının çekim yapmakta zorlanacağı yerlere girme imkanı sağlıyor. DV kasetler filmden çok daha ucuz olduğu için daha fazla çekim yapabiliyoruz ve önceden kaçırılabilecek küçük hareketleri yakalayabiliyoruz, filmlerimizi de izleyiciye yeni ve yaratıcı yollarla –DVD’den podcaste kadar- buluşturabiliyoruz. Ayrıca teknolojinin daha önce filmlerini çekme ve sunma alanında diğerleriyle eşit şansa sahip olmayan belgesel sinemacılara da bir kapı açtığına inanıyorum. Bence daha düşük maliyetli yapım ve kurgu ekipmanı her şeyden önce içinde daha fazla çeşitlilik barındıran bir sinema camiası oluşmasına katkı sağladı. Sinemada ve genel olarak sanat içinde farklı sesleri cesaretlendirmeye hala ihtiyacımız olmasına rağmen, bana kalırsa bu farklılığın olumlu etkisini seyrettiğimiz öykülerde ve onların aktarılış biçiminde görmeye başladık bile.

E.O: Modern teknoloji belgesel sinema estetiğine giderek daha fazla televizyon estetiğinin bulaşmasına ve karışmasına neden oluyor. Daha doğrusu, teknoloji bunu kendisi yapabilecek bir özne olmadığına göre, belgesel sinemacılar elektronik görüntü teknolojisindeki gelişmeleri—ki bu teknoloji televizyon kökenli bir teknoloji—giderek daha çok belgesel sinema içerisinde kullanıyorlar. Bunun bir nedeni, televizüel görüntü estetiğinin kuşatıcı etkisi altındaki hegemonyası, diğer yandan belgesel filmin birincil yatırımcısı ve alıcısının televizyon kanalları olması.

Diğer yandan şunu da teslim etmeli ki bu durum salt belgesel sinemaya has bir durum değil. Topyekun sinema televizüel görsel estetiğin etki sahasına girmiş durumda.

B.E: İki yönde etkiliyor bana kalırsa. Öncelikle film çekmeyi oldukça kolaylaştırdığı için yeterince hazırlık yapılmadan çabucak üretilen filmler oluşmaya başladı. Bir öykü yakalayıp, ışık, ses vs… donanıma çok aldırmadan filmin hemen çekilmesi yönünde bir eğilim söz konusu. Diger bir yandan ise gelişen teknolojiyi filmlerine daha iyi ses, ışık, görüntü olarak yansıtarak filmini daha güçlü kılan yönetmenler de var. Özellikle yurtdışından gelen belgesellerin çok iyi ön hazırlık yapılmış, teknolojinin her olanağından yararlanılarak yapılmış filmler olduğunu görüyoruz. Yani bir yandan estetiği çok güçlü filmler izlerken diğer yandan özensiz ve kolaya kaçılmış filmler izliyoruz.       

 

3) Belgesel sinemanın önünde duran engeller nelerdir?

T.Ö: Para ve dağıtım engelleri. Belgesel, drama ve haber programlarının iç içe geçtiği dönemde belgeselin tanımlanması zorlaştığı için dağıtımdaki yerinin belirlenmesi de zorlaşıyor. Artan kanallar, internet ne yazık ki belgeselin dağıtım payından yiyor. Belgesel zaten hassas bir konumdaydı ve korunmaya ihtiyacı vardı. Hiçbir zaman ticari bulunmadı zaten. Ama ben dünyada belgeselin etrafındaki koruma duvarının git gide inceldiğini, bağımsız belgesellere verilen desteğin azaldığını görüyorum.

L.P: Bazen ve hatta inanıyorum ki başka ülkelerde çoğu zaman, resmi görevliler ve resmi kurallar (9/11 den sonra bu daha da çok olmaya başladı). Örneğin benim iki kere otobüs durağında çekim yapmam yasaklandı. Ve bir engel ve aynı zamanda aşılması sizi geliştirecek bir zorluk olarak ışık ve ışıklandırmayı da ekleyebilirim.  

N.S: En önemlisi, filmlerin seyirciye ulaşmasının önündeki engeller. Belgeselin son yıllardaki hızlı yükselişine, festivallerde baştacı edilmesine ve üretilen onca güzel filme rağmen, bu filmler ticari sinemalarda hak ettiği yeri alamıyor. Avrupa’da gösterime giren belgesel sayısı ve bunlara kapılarını açan salonlar artmakla beraber, bunlar uzun metrajlı ve genellikle büyük festivallerde ödül almış şanslı bir avuç filmle sınırlı.

Kimi fonlar dışında Avrupa’da belgeselin arkasındaki yegane mali kaynak ARTE, ZDF, YLE vs. gibi televizyon kanalları. Bunun getirdiği tehlikeli bir tektipleşmeden ya da yıldan yıla değişen trendlerden de söz edilebilir. Ama bu kanalların desteği olmasa, belgesel türü yine muhtemelen ya tarihe karışır ya da deneysel sinema gibi dar bir çevrenin uğraşı olarak kalırdı. Belgesel sektörüyle organik ilişkisi olması bir yana, bu alanda neler yapıldığı hakkında bilgisi dahi olmayan tv kanallarımızla Türkiye’deki durumun vehametini artık varın siz düşünün.

L.R: Belgesel çekmenin önünde hiçbir engel göremiyorum doğrusu. Burada sadece, yaratıcı-yönetmenin kendisini aşma kaygısının ve dünyayı ilgilendiren sorunların bir hayli fazla olup açıkgörüşlü, yaratıcı bir ruhla ele alınmaları gerekliliğinin zorluk çıkartabileceğini sanıyorum.  

U.K: Böyle bir soruya bir çok kişi maddi sorunlar şeklinde cevap verecektir. Oysa belgesel sinemanın önündeki en büyük engel, sinema kültüründen ve estetik tartışmalardan yoksun kafalardır. Siz neyin hikayesini niçin ve nasıl anlatacağınızı sağlam bir estetik çerçevede tasarlayabiliyorsanız gerisini halletmek kolay. Tabii burada gerçekten büyük bütçe gerektiren uluslararası yapımlardan bahsetmiyorum; Üç KulaklıAğustos Karıncası, Gündelikçi gibi, çekiminden kurgusuna kadar üretimine tanıklık ettiğim filmler hiç de yüksek bütçelerle değil, sinematografik ve estetik kaygılarla çıktı ortaya. Bu sorunu çözmenin tek yolu da, bol bol film izlemekten -hem kurmaca hem de belgesel filmler- ve o filmler üzerine bol bol tartışmaktan geçiyor.

B.K: Belgesel film yapmak hiçbir zaman kolay bir iş değildir, ama buna her zaman değer. Genel sorunlardan bir tanesi finansal kaynak bulmak. Bazı belgesellerin son birkaç yılda kazandığı parasal başarıya rağmen, karlı olarak tanımlanan bir alan değil. Para kazanmak neredeyse hiçbir zaman birinin kamerayı alıp belgesel çekmeye başlama sebebi değildir. Biz bu hikayeleri anlatırız çünkü anlatılmaları gerekmektedir. Çünkü içimizden bir şey bize bu insanın sesinin duyulması gerektiğini ya da şu gerçeğin ortaya çıkarılması gerektiğini söyler. Böylece de filmlerimizi yaparız ve şu ya da bu şekilde seyahat, film stoğu ve kurgu ile montaj işlemleri için para toplama mücadelesine girişiriz. Bu bir meydan okumadır; sinemacının tutkusu ve öyküsüne güvenmesiyle aşılan bir meydan okumadır.    

E.O: Belgesel sinemanın önünde duran bir engel olduğunu düşünmüyorum. Tam tersine belgesel sinemanın zamanlarında yaşıyoruz; kişilerin ve toplumların her tür gerçeklikle başının belada ve aklının karışık olduğu bu zamanlarda herkes belgesel sinemadan bir medet umuyor. Belki belgesel sinema yapmanın önündeki engellerden bahsetmek mümkün ki bu hep olan bir sorun yumağıydı—ve yine salt belgesel sinemaya has bir durum değil-; sanat yapmanın önünde hep engeller oldu. Bence, dünyanın Doğulu ve Güneyli belgesel sinemacıları olarak biz, hepimiz belgesel film yapmanın önündeki ‘maddi’ engellerle birleşerek büyüyen daha ciddi bir engelle karşı karşıyayız. Kendi ülkelerimizdeki ulusal kaynaklar yetersiz. Bu nedenle, giderek artan oranda dünyanın Batılı ve Kuzeyli fon kaynaklarına başvuruyoruz. Buradaki fon kaynaklarının temel önkoşullarının arkaplanındaysa dünyayı Batılı ve Kuzeyli görme ve hikayeleme biçimleri içinde ele alma ve buna bağlı görsel-işitsel rejimler geliştirme, ritimler kurma ve belli formatlara sadık kalma kuralları var. Bunun sonucunda dünyanın Doğusunun ve Güneyinin hikayeleri giderek Batılı ve Kuzeyli bir hal alıp yeknesaklaşıyorlar. Bu meseleyi uzun ve derin düşünmek, tartışmak gerekiyor.

B.E: Öncelikle finans elbette; ikinci olarak da üretilenlerin ulaştırılması. Sponsorlar daha popüler ve vitrine dayalı işlere yatırım yapmak istiyorlar. Filmlerinizi de kendi çabanız sonucunda yaratacağınız alanlarda gösterebiliyorsunuz ancak. Festivaller de bir şekilde buna vesile oluyor. Filmlerin kısıtlı alanlarda gösterilmesi büyük bir engel, hem üretilen filmin ulaşmasına hem de yeni film üretilmesine.