Kılavuz, 2003

Gökhan Erkılıç

 

Sinemanın da kendine özgü mevsimleri olduğunu hiç düşündünüz mü? Bir taraftan tüketicisi olan bizlerin mevsimlik seçimlerimize ayak uydurmaya çalışan sinema, öte taraftan bütünüyle kendi yapım politikası ve iç dinamikleri doğrultusunda değişken bir mevsimler dizisi yaşar. Sinemanın mevsimleri bizimkiler gibi sıralı bir biçimde ve iyi kötü bir uyum içinde akmaz. Zamanla kendini sınırlamaz ve yeri geldiğinde dilediğince uzatarak mevsimin tadını çıkarır.

 

Yaz gelince insanın aklı alıp başını gitse de suyun önemini anımsamadan ve denize uğramadan edemez. Alışkanlıklar, özlemler, zorunluluklar bizi suya çeker ve deniz kıyısına inmeye iter. Sinema oldum olası denize sevdalıdır ve sayısız kez soluğu onun yanıbaşında almıştır. Ancak bu su ve deniz ile sinema arasındaki ilişki her zaman güzel sonuçlar vermez. İçlerinde denizin keyfini çıkaranlar olsa da sinema tarihi sudan çıkmış balığa dönen, denize düşüp boğulan, deniz tutan, sulu kazalara kurban giden, bir kaşık suda boğulan, gemi batığına özenen ve kendini unutturmaya çalışan sayısız filmden sözeder.

 

Toplumsal sorunlar üzerine kurulu olan filmler içinde bazıları doğrudan suyun yaşamsal önemini veya su sorununu işler. Su, bu tür filmlerde toplumlar arasında uzlaşmazlık kaynağı olarak ortaya çıkar ve politik bir güç statüsüne yükselir. Bazı filmlerin kendine yaşam alanı seçtiği yer göl veya denizlerdir ki bunları bir alt film türü olarak görme eğiliminde olanlar vardır. Yapım zorlukları açısından bakıldığında denizde çekilen filmlerin bütçesi ulaşım güçlükleri, çekim süresinin belirsizliği, hava durumu, personelin sağlık sorunları ve öngörülemeyen yaşam koşulları nedeniyle hemen her zaman oynaktır ve bu durum bir film için genellikle kötüye işler. Su sorununu işleyen toplumsal filmler için belli bir dönem yoktur. Ancak deniz filmleri genel olarak serüven filmlerinin veya İkinci Büyük Savaş sonrası çekilen savaş filmlerinin bir alt türü olarak sınıflanabilir. Bu yazıda kitlesel sinemaya dönük bu filmler yerine bireysel sinemanın peşine takılarak alabildiğine öznel bir seçim yapacağız, hemen her zaman yapageldiğimiz üzere.

 

Rusya’nın Sakhalin adasının donmuş topraklarında ve tümden denize bağımlı bir yaşam süren Nyvkh kabilesi üzerine olan Deniz Kıyısında Koşan Köpek (Dog Running at the Edge of the Sea, 1990) filmi deniz üzerine olan filmlerin en çizgidışı olanlarından biri. Deniz onlar için balıklarıyla yiyecek, foklarıyla geçim demek. Kabilenin gençlerinden on yaşındaki Kirisk aile büyükleriyle çıktığı ilk fok avcılığında hayatının deneyimini kazanır. Engin deniz bu ilk buluşmalarında ona iyi davranmaz. Her yanlarını göz alabildiğine sis kaplar. Teknelerindeki yiyecek ve suları azalınca, yaşlılar kabilenin geleceğini düşünerek intiharı seçerler. Etnografik belgesellerin tadını taşıyan görselliğiyle çarpan film, Moskova FF’nden Büyük Ödül sahibi ve Karen Gevorkyan’a da en iyi yönetmen ödülü kazandırdı.

 

Su bazı zamanlar ardında özlem duyulan yaşamları saklar. Tomris Giritlioğlu’nun 1991 yapımı Suyun Öte Yanı filmi, öte yana duyulan özlemin kayıtsız kalınamayacak cinsten bir örneğini işler. 60’larındaki Sıdıka Hanım 1924 Girit Anlaşması ile Cunda’ya yerleşmiş ve kendisini dört duvarıyla dış dünyaya kapatan bir pansiyon işletmektedir. 80’li yılların başında adaya gelen bir kadın ve bir erkek pansiyona yerleşir. Adam tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılmış bir öğretim görevlisidir. Kaldıkları bir hafta içinde ada insanıyla yakın ilişki kurarlar. Cunda’ya sığınmış bir Yunan avukatın öyküsü adamı çok etkiler. Israrla kendi öyküsü ile köprüler kurmaya çabalar. Adam adaya yeniden geldiğinde bu kez yalnızdır ve suyun öte yanına geçme isteği depreşmektedir.

 

Bir başka denize sevdalanma öyküsü de günümüzün önemli adlarından Takeshi Sonatine (1993) ve Kikujiro (1999)- Kitano’nun 1991’de gerçekleştirdiği Bir Deniz Manzarası’nda (A Scene at the Sea) anlatılır. Çöp toplama işinde yarım gün çalışarak geçimini sağlayan Shigeru ve kız arkadaşı Takako’nun ortak özelliği duyma özürleridir. Shigeru bir gün karıştırdığı çöplerin içinde bir sörf tahtası bulur. Bu onun denizle olan tanışıklığında yeni bir evre demektir. Her gün denize inerek yavaş yavaş sörf becerisini geliştirir. Shigeru’nun kararlılığını gözlemleyen bir adam sörf elbisesi ve bir yarışma başvuru belgesi verir. Anonsları duymadığı için yarıştan diskalifiye edilir ama deniz ve sörf sevgisi kısa süre sonra başarıyı getirecektir. Sonunda yazın sonu gözükür ama Takako ile olan ilişkileri artık sörf öncesindeki konumunda değildir.

 

Deniz üzerine yapılmış filmler arasında en tanınan edebiyat uyarlamalarından biri olan Yaşlı Adam ve Deniz (The Old Man and the Sea, 1958), Ernest Hemingway’in aynı adlı öyküsünden yola çıkılarak, John Sturges tarafından 1958 yılında çekildi. Sinematografik olarak zayıf olan filmde, balıkçıyı Spencer Tracy canlandırdı. Yaşam kavgasını vereceği yer olarak denizi seçen yaşlı balıkçının dev bir kılıçbalığı ile girdiği savaşım masalsı ve destansıdır. Yaşlı balıkçının günler ve geceler sonra yakalayabildiği balık, yaşamın hedefinin mutluluk olduğunu gösteren bir sembol gibidir. Yakaladığı balığı tekneye çekmek ister ama başaramaz. Güneş, yorgunluk, uykusuzluk ve susuzluk onda da dermen bırakmamıştır. Geriye balığı kıyıya kadar teknenin yedeğinde çekmek seçeneği kalır. Balık kıyıya varmasına varır ama tekneye bağlı olarak sürdürdüğü yolculuk boyunca etinden olarak. Yaşlı balıkçı kıyıya vardığında balıktan geriye yalnız iskeleti kalacaktır. Yaşlı adam yaşamın kendisine sunduğunun yoksunluğunu çabuk unutacak, denize karşı verdiği savaşın gururu herşeyin önüne geçecektir.

 

Su üzerindeki bir başka savaşım da Roman Polanski’nin ilk uzunu olan Sudaki Bıçak (Noz W Wodzie, 1962) filminde yaşanır. Hafta sonunu teknelerinde geçirmeyi planlayan bir çift, Andrzej ve Kristina yolları üzerinde rastladıkları bir genci arabalarına alırlar. Genç çiftin kadın olanının isteği üzerine isimsiz genç tekneye de alınır. Göl üzerindeki tekne iki erkeğin ve onlara kayıtsız görünen genç kadının savaş alanı olarak, gözlerden ve kıyıdan uzak olmasıyla dikkat çekici bir seçimdir. Güç dengesinin bozukluğu, Andrzej’in genç üzerinde gövde ve zeka gösterisi yapması için uygun zemin hazırlar. Gerilim her adımda giderek tırmanır. Genç hayatta sahip olduğu tek şey gibi görünen bıçağı ile sürekli oynar. Andrzej için bıçağın ele geçirilmesi demek, üstünlüğün zorla kabul ettirilmesi demektir. Bıçak iki erkek arasındaki güç savaşının simgesel aksesuarıdır. Kıskançlık, güç ve ayak oyunlarının ardı arkası kesilmez. Dengelerin göstergesi olan bıçak için yapılacak bir kavga kaçınılmazdır. Sonuçta yüzme bilmediğini söyleyen isimsiz genç suya düşer ve kaybolmuş rolü oynar. Su, bu savaşta rol çalan ve finalin oynandığı yer olur.

 

Kıyamet sonrası toplumun bir fantazyası olarak tanımlayabileceğimiz Su Dünyası (Waterworld, 1994), sinema tarihine Kevin Reynolds tarafından oyuncu-yapımcı Kevin Costner’e rağmen çekilen ve tamamlanan bir üstünyapım olarak geçti. Ancak bu sıfat, filmin sinema tarihinin en büyük fiyaskolarından biri olmasına engel olmadı. Ona Costner’ın denizin dibini taradığı film desek daha doğru olur. Uçsuz bucaksız okyanuslarla kaplı bir dünyada kuru kalmış tek toprak parçasını elde etmek için verilen savaşın öyküsü. Bu boyuttta bir saçmalığı Hollywood dışında bir yerin becermesi de olası değil.

 

Bizim için çok bildik bir Anadolu sorunu olan susuzluğa değinen Susuz Yaz ile çeşnimizi noktalayalım. Susuzluk dedik ama bu, zorunlu bir susuzluğun, susuzluğunda ötesinde bir kuraklığın öyküsü. Metin Erksan’ın 1964 Berlin FF Altın Ayı ödülünü kazanarak Türk sinemasında bir ilki gerçekleştiren filmi, odağına bir ağabey ve kardeş olan Hasan ve Osman ile köyün güzeli Bahar arasında yaşanan ilişkileri yerleştirir. Susuzluk ise köy halkı ile bu üçlü arasında yaşanan gerilime çanak tutuyor. Hasan ve Bahar’ın evliliği, köy halkı ile sularını kesen Osman arasındaki kırgınlıklar ve ardından yaşanan kavganın ölümle sonuçlanması, Hasan’ın ölümle suçlanarak tutukevine girmesi, çıktığında kandırdığı Bahar’la evli bulduğu Osman’ı su kanalında boğarak öldürmesi ve en sonunda köyle aralarının açılmasına neden olan seti yıkarak köyün suyunu açması Susuz Yaz’ın öyküsündeki dönüm noktalarını oluşturuyor.

 

Sinema, parmakları yeri hissetmediği sürece denizde huzursuzlananlar sınıfına giriyor. Ama onsuz da edemiyor. Sinemanın denizdeki serüveninin bende bıraktığı izler bu kadar. Sizin ağınıza takılan filmler daha bol ve çeşitli olsun. Rastgele!